Bir zamanlar büyük sanatçıların üretim sürecini, garip alışkanlıklarını ve gündelik hayatlarını anlatan bir kitap okumuştum, ismi neydi unuttum.
Büyük sanatçı olmadığımdan, bunca yıllık günlük tutma ve yazma alışkanlığıma rağmen henüz kendimi tam bir disipline oturtamadım. Alışkanlıklarım ve rutinim olmadığından büyük sanatçı olamamış olmam da son derece muhtemel elbette. Diyeceğim, o veya bu şekilde, herhangi bir rutin oluşturup uygulamakta başarısızım. Bu noktada, suçu kolayca rutinden çabucak sıkılan ve disiplinden nefret eden rakçı gençliğime atabilirim, yirmili yaşlarımdan bünyede kalan son kırıntılar diyelim.
Yine de nasıl yazdığıma ilişkin buraya birkaç not düşmek istedim. Hem bakarsın hiç belli olmaz “Peki siz nasıl yazarsınız Özlem Hanım?” sorusuyla karşılaştığım bir röportaj vermek zorunda kalırım ömrümün bir yerinde! (Gülmeyin, olmuş gibi düşünmek başarmanın en az yarısıdır demişler.)
Benim yazma eylemim (malum rutinim diyemiyorum), özellikle Londra’ya taşındığımdan beri şu çerçevede gerçekleşir:
İlk olarak, ne yazacaksam yazayım öncesinde mutlaka Tomris Uyar’ın herhangi bir öyküsünü, Tezer Özlü’den birkaç sayfa, Sevgi Soysal (ya da mesela Füruzan’dan) bir şeyler okurum. (Ya da sesli dinlerim)
O an duygu yoğun bir dönemden geçiyorsam – ki bu muhtemelen özlemle karışık bir hüzündür – mutlaka kendi dilimde şarkılar dinlerim ve bunun için genellikle Londra’ya taşınmadan önce hazırlayıp, sonra genişlettiğim Spotify ” Gurbet içimde bir ok” listemi kullanırım.
Daha dengeli hissettiğim günlerde defalarca Villa Lobos – Bachianas Brasileiras albümünü ya da sadece Bachianas Brasileiras no. 5‘ini ve efsane La Double vie de Véronique filminin Zbigniew Preisner’e ait efsane soundtrack’ini dinlerim.
Eğer kendimi bunlarla yeterince gaza getirebildiysem tamamen sessizlik olsun isterim ya da sokağın neredeyse sessiz sessini dinleyerek yazımı tamamlarım.
Bazen sonunda çıkan şey başta niyet ettiğimden tamamen farklı bir öykü, deneme, günlük yazısı olabilir.
Yazı biter ama benim işim bitmez. Yazdığım şey sadece üç satır bile olsa, metroda, iş yerinde ya da parkta tekrar tekrar okurum ve bir metni farklı mekanlarda okumak, her seferinde ona farklı bir gözle bakıp yeniden düzenlememe yardımcı olur. (Defterimde üstü çizilmiş, karalanmış ya da oklarla ek yapılmış bir sürü sayfam vardır misal)
“Ee yeter artık” dediğim noktaya vardığım zaman yazı ile vedalaşırım.
Tuhaftır ki tam bunları düşünür-yazarken 40 metrekarecik evimizde, iki kişinin çadır kampı yapmasına olanak sağlayacak kadar malzeme olduğu, ancak sekiz yıllık beraberliğimiz boyunca Ömer’le henüz bir kere bile çadır tatiline çıkmadığımızı hatırladım. Ömer’e bunu söylesem “Malzeme önemli, gerekli şeyler elimizin altında olsun yeter ki, mutlaka gideriz bir gün” der. Benimki de o hesap, kitaplar, müzik ve ortam hazır. Yani “Zemin güzel, hava güzel, futbol oynamak için her şey müsait” .
Umarım 90+ 3’te de olsa ben de birkaç öyküyü göğsümde yumuşatıp gole çevirmeyi başarabilirim!
* En sevdiğim yazarlar listesinde kafadan ilk beşte olan Ayfer Tunç’u neden ‘yazmadan hemen önce tekrar tekrar okuduklarımın’ arasına almıyorum ona da ayrıca hayret ettim şimdi.
binada Christmas coşkusu yaşan topluluğa kendimi çok yabancı hissettiğim bir iş günü, Londra