Hıdırellezi karşılarken

İnsanın türlü çaresizlik, güvensizlik ve korkular karşısında teselliye ihtiyaç duymasını anlayışla karşılıyorum da aradığını​ “sorgulama, iman et” diyen dinlerde bulanlara hep şaşırıyorum. Eğer doğayla bağımızı bu kadar koparmamış olsak, istediğimiz her cevabı ondan rahatlıkla alabilirdik. Daha doğrusu sırf bu nedenle, bizden tapınma ya da kölelik beklemeyen, olsa olsa özenli olmaya ve çalışmaya teşvik eden bu bilge öğreticiden bilinçli olarak uzaklaştırılmış olmasak.

Ben çaresiz anlarımda gökyüzüne bakarım hep, bulutların kapkara, çok hareketli ya da yüklü olmalarına aldırmam. Bilirim her türlü bulut geçici, gökyüzüdür kalıcı olan. Kararsız, kaybolmuş, güvensiz hissettiğimde, ağaçlar başlı başına hayat dersidir bana. Ağaç demek, gelişmek, direnmek, kök salmak demektir. Onlar kendi kendine yetebilme becerisini ve bir arada durmanın değerini ve çabasını aynı anda öğretir. Paylaşmanın, yardımlaşmanın, iletişimin göstere göstere yapılanının değil de sessiz ve derinden olanının makbul oldugunu anlatır. Öyle geniş gönüllü olmalısın ki der sana doğa, gövdende yaşayan onlarca organizmaya da, gölgende soluklanan insanlara da yer açabilesin, salıncak kursun çocuklar diye dalını düşünmeden uzatabilesin. Bazen 200 yıl bile sürse seni dirençli ve daha uzun ömürlü kılacak olan bebeklik dönemin, ona katlanacak kadar sabırlı olmalısın, bazen de tomurcuklarını sabahın ilk ışığıyla birden patlatacak kadar atik ve heyecanlı. Başın dimdik, köklerin toprağa sıkı sıkıya bağlıyken, gövden neşeli, esnek ve açık görüşlü olmalı, kırılmamak için rüzgarla birlikte rahatça salınmalı. Baharda yeniden ve daha güçlü tomurcuklanabilmek için her kış yapraklarını döken ağaç, belki ara ara senin de kendini korumaya almaya, içine kapanmaya, durup beklemeye hakkın olduğunu hatırlamanı istiyor. Belki senin gölgenden kurtulup kendi ışığına yol almayı bekleyen cocuğuna yolu açmanın vakti gelmiş de geçiyor. Belki de bu zaman daha yükseğe ulaşmak için biraz ağırlık bırakma, omzundan birkaç yük daha atma zamanıdır…

Hoşgeldin bahar, hoşgeldin Hıdırellez. Bize hep güzelliklerle gel ve senin gelişini her sene daha mutlu, daha coşkulu kutlayabilme şansı getir.

Bahar, Londra

Bugün evde otururken

Bugün evde otururken çok fonksiyonlu düdüklü tenceremi düşündüm. Pahalı, afili, ‘ful aksesuar’…İçine ne koysan, üç dakikada hakkından gelir. Çorbanın da kaburganın da barbunya pilakinin de en güzelini bu tencere pişiriyor. Öyle ki yemeğin lezzeti bile pek mühim değil, puanları sadece bu havalı tencerede pişirdin diye toplarsın.

Gel gör ki bizim tencere bazı günler fena halde tutukluk yapıyor. Düdüğü deli deli ötmeye başladı mi, pişirmeye devam etmenin de imkanı yok. İşte o zaman, kapağın iç kısmındaki minik vidayı bulup, bir bıçak yardımıyla güzelce sıkıştırman gerekiyor. Tencere çok para, vida olsa olsa üç kuruş. Ama madem aç kalmak istemiyorsun, o zaman vidaya iyi bakmak zorundasın. 

Bu sıralar hem mutfağa hem de düşünmeye bolca vaktim olduğundan, mutfakta kullandığım araç gereçle çevremdeki tanıdık insanları birbirine eşleştiriyorum kafamda. Her eve lazım pirinç süzgeci bir dost, en ufak dalgınlıkta hiç affetmeden elini parçalayan rende ruhlu is arkadaşı. Bir tarafta, kendini ‘yapılabilecek her isi sadece ve en güzel ben yaparım’ deliliğine kaptırmış gösterişçi düdüklü tencereler, öbür yanda uzman olduğu işi sakinlikle, hakkını vere vere yapan vidalar, kulplar, kapaklar. 

Her şey gibi karantinanın da azı karar, çoğu zarar. İnsan elindeki bir yara izinden ya da ekşi mayanın su oranından kolayca kurmaca yaparken günleri takip etmekte zorlanabiliyor. Neyse ki bugün çöp kamyonu var, köşeyi gürültüyle dönerken bana hangi günde olduğumuzu hatırlatıyor. Eskisi gibi çöpleri alanlar, sabahları aynı acele adımlarla dağıtıma devam eden postacımız ve çileklerin dalında çürümesine izin vermediğini bildiğim çilek toplayıcılarının varlığı bu tuhaf günlerde beni son derece rahatlatan, dünyaya bağlayan şeyler. Aklım huzur içinde yine o minnacık vidaya geri dönüyor. İçimden ‘bakma sen o şuursuz budalaların, gösterişli tencerenin peşinde olduğuna’ diyorum, ‘aslında her şey senin sayende, hepimiz tıkır tıkır isleyişimizi senin o minik sandığın dev varlığına borçluyuz!’

Karantinanın 55.günü, Londra

Gölgeye övgü / In praise of shadows

Olağan hallerde kendini ve yakın çevreni koruma-kollama yeteneğin güçlü olmana yetiyor. Olağanüstü durumlar ise ‘bu dünyada mutlaka benim iyiliğimi ve esenliğimi gözeten başka birileri daha olmalı’ çaresizliği ile birlikte geliyor. Bu durumda bir duvara bakıp suretinden ağacın kendisini düşlemek, en önemlisi hem ağaç hem de güneş hala yerinde diye mutlu olmak zorundasın. Umut ne güzel şey, ama bir o kadar zor ve kırılgan.

Güneşli bir Nisan günü, Londra’da evde

Bugün parkta otururken V

Herman Hesse Agaçlar kitabinin Tezatlar bölümünde iki ağaçtan bahseder. Dev çiçekli büyük manolya ağacı ve saksıda bodur bir cüce servi. Cüce ağaç için “fazla alana ihtiyacı yok, kendini harcamıyor, yeğinlik ve kalıcılık çabası icinde, o doga degil akil, dürtü degil irade” diye yazmış. Eskiden olsa manolya benim sevdiğim derdim, olgunlaşmak bu olsa gerek, cüce serviye meylim arttı. Yine de gösterişli manolyaya da cüce agaca da çok hayranım. İnsanın da ağaçlar gibi “…tezatlara aldırmadan, kendinden ve haklılığından emin, güçlü ve dayanıklı” olanını seviyorum. Newroz pîroz be?

21 Mart, baharın başlangıcı, Londra

Bugün parkta otururken IV

Bugün parkta otururken “kurtardıklarımızı” düşündüm. Marketin girişinde birkaç gündür alıcı bekleyen mevsimlik sarı çiçeklerin iki demetini 1.5 pound’a düşürmüşler. Seçtim iyicelerinden iki demet, onları öylece atılıvermekten kurtardım. Sonra, köşeyi döndüğümü farketmeden bana çarpan adamdan özür dileyerek, onu bana çarptığı için kötü hissetmekten kurtardım. Hafta başında elde kalan malzemelerden (ömrümde ilk kez) turşu kurmayı denedim misal, hem kavanozu hem de lahanaları çöpe gitmekten kurtardım. Sıklıkla bir gömleğin düşen düğmesini geri dikerek düğmeyi kaybolup gitmekten, gömleği giyilmez hale gelmekten kurtarırım. Cebimdeki fındık fıstıkla beslediğim güvercini bir süreliğine yemek aramaktan, pencere önünde çok üşüdüğünü gördüğüm mor çiçeğimi kaloriferin yanına koyarak soğuktan, karşı çatıda gördüğüm sincap çatı arasına kaçınca bu sırrı kimseye söylemeyerek onu başkalarının ilgisinden kurtarırım…Bazı zamanlar çalışırken azıcık hile yapar, bir takım zor işleri Ömer’e, daha kolay ama sıkıcı işleri kendime ayırırım. Kurtarıcılık bunun neresinde demeyin, böylelikle onu bir sürü zevksiz işle uğraşmaktan kurtarırım. Bu sabah mesela, dünyanın ve ülkemin dertleri kendi iç sıkıntılarımla bir olup olanca güçle bastırınca göğsüme, ağlamaya başladım hüngür hüngür de göz pınarlarımı biriken gözyaşlarımdan kurtardım…

Gönül istiyor ki, gencecik insanları gözü dönmüş soysuz diktatörlerden, dünyayı kirlenmekten, hastalıklardan, corona virüsünden kurtarayım ve tüm çocukları yoksulluktan. Ama süper güçlerim yok. Süper güçlere de, dünyayı süper kahramanların kurtaracağına da inanmıyorum. Zaten “en kahraman” olanlar, hiçbir şeyi kahraman olmak için yapmadığı halde kahraman olanlar değil mi? Kurtarıcı olmak için en başta kurtulmayı beklemekten vazgeçmek gerek. Dünyayı kurtaracak güzelliğin çıkıp gelmesini beklemek değil, içinde olduğun durumu ve kendi içinde olanı tüm gerçekliğiyle fark edip en yakınındakinin değişimiyle uğraşmak, iyiliğin, güzelliğin ta kendisi olmak gerek.

Dokunduğun, iyileştirdiğin her şey seni bir kahramana dönüştürecek, bir gün o da senin iyileşmene yardım edecek. Tıpkı yazıp çizdiklerinin aklını kaybetmekten seni koruması gibi. Tıpkı dün atılmaktan kurtardığın bitkinin bugün tüm sarı çiçeklerini senin için, senin içinde açtırması gibi.

Şubat’ın sondan bir önceki günü, Londra

Bugün parkta otururken-III

Bugün parkta otururken “aralık” kelimesini düşündüm. Kelimenin eksiz hali ‘Ara’ kökeninde ‘ardımak, ayırmak’ ile ilişkili. Ara-da kalmak, ara-ya mesafe girmesi, ara ara görüşür olmak… Ara-lık bırakılmış kapılar mesela, sinsidir, çıkarcıdır, bir olmamışlık vardır onlarda, hayır gelmez insana. Bir de Aralık ayı var, benim en sevmediğim zaman dilimi. Naneli sakızı sevmemekteki gibi değil de, akşamın ilk çöktüğü saatleri, gece yarısı birden çıkan ayazı ve kahvehanelerin buharlanmış camlarını sevmeyişimdeki hisse benzer Aralık ayına karşı hislerim. Bir zamanlar bir şeyler muhakkak ters gitmiştir, geçip giderken de belli yerlere gizli işaretler bırakmıştır sanki. Her karşılaşmada o işaretler içinde bir yerleri tetikler, ama sen ne seni rahatsız edeni, ne de rahatsızlığını tarifleyemezsin gibi. Derine değil de en basit haline bakayım desem, kış mevsiminin ilk ayı, ne kadar sevimli olabilir ki? Nereden baksan bir negatiflik, neresinden tutsan elinde kalıyor.
“Yahu bırak bu işleri Özlem, onca şey varken, sen aylara, günün belli saatlerine, kelimelere takmışsın” diye kızdım kendime. Sonra aklıma bir zamanlar gözlüğüme yazdığım mini öykü geldi, bir de işi gücü gökyüzünü boyamak olan dalgacı Mahmut. Gülümsedim ve salıverdim ipleri, zihnim istediği gibi at koştursun. Birden, benim takvimimde tam bir yıldır 2018 Aralık ayının yaşandığını fark ettim ve oracıkta bu uzun ve yorucu aralığı sonlandırmaya karar verdim.
Şimdi eve gidip, ikindi kuşlarının sesi odalara daha çok dolsun diye arka pencereyi sonuna kadar açacağım. Hem belki yarın parkta otururken ‘yeni’ kelimesini düşünürüm. Ümitli ve bahtiyarım.

Aralık, Londra

Crystal Palace

Bugün parkta otururken-II

Bugün parkta otururken, kalemliğimdeki beyaz silgiyi düşündüm. Silginin varlık sebebi silip durduğu kurşun kalem, kaleminki ise hata yapmayı sevmeyenler ve içine sinen cümleyi bulmak için, benim gibi, kağıt yırtılana kadar silip silip baştan yazanlar.

Silgi bana buradaki yazım atölyelerinde cocuklara silgi vermediğimizi hatırlattı, onların da neredeyse hiç ihtiyaç duymadığını. Düşününce yazıp yazıp silmektense, kurtulmak istediğimiz şeylerin üstünü çizmek bana daha sağlıklı bir eylem gibi göründü. En önemlisi insan kendine hatalarını düzeltme özgürlüğünden ziyade düşünmeden ve daha fazla hata yapma rahatlığı veren silginin, aynı zamanda sinsi bir özgüven baltası olduğunun farkına varmalı. ’Günün sonunda’ dedim, ‘elinde kusursuz görünme çabası yüzünden sile sile yıprattığın bir kağıt tutmak mı daha değerli yoksa üstünü çizip düzelttiğin hatalarla dolu gerçek bir hikayeye sahip olmak mı?’ Hem hata yapmaktan daha mühimi, o hataya hızlıca ve kendi yöntemlerinle bir çizik atabilmek, üstünü çizdiklerini kabullenmen, onları gözünün önünde tutabilme cesaretin değil mi? Yani onlarla ve onlar sayesinde ilerleyebilme becerin. Sonunda herkesin karşısına dikilip ‘Kardeş şimdi sen karşında beni görüyorsun ama, bak bunlar benim kılı kırk yardığım sözcükler, şunlar kendimi doğura doğura açtığım parantezler, şunlar heyecanla başladığım satır başları…aslında senin karşında duran da işte bu çabalar toplamının ta kendisi’ diyebilmen.

Parktan eve dönerken hava kararmaya başladı ve ben silgilerin üstüne de sigara gibi kullanımı zararlıdır ibaresi koymak gerektiğine karar verdim. Park rüzgarlı, kafam aydınlık, ben bahtiyarım.

Aralık, Londra

Bugün parkta otururken-I

Bugün parkta otururken, oraya varmadan önce yolda gördüğüm güvercini düşündüm. Güvercin, Bedford Dükü Francis heykeline tünemiş ve tıpkı diğer kuş dostlarının Churchill’e yaptığı gibi o da ne var ne yok Dük’ün tepesinden aşağı koyvermişti. Güvercine önce ‘Marifet’ adını vermek istedim. Sonra, hayat bu, diye düşündüm, lorddu, düktü, generaldi dinlemez. Nihayetinde bir gün kuşun biri gelip tepene pisleyiverir. Ardından, kuşun isminin ‘hayatın ta kendisi’ olmasında karar kıldım.Zihnim birkaç dakika içinde, bir görüntüden diğerine, kuştan, tarçınlı çöreğe oradan da bir başkasına atladı. Aklımın bir türlü bas edemediğim devinimini, her gün farklı açıyla ama hep aynı güzellikte parka vurmayı başaran ışığın değişmezliğine emanet ettim.

Ağaçlar, köpekleriyle oynayan çocuklar ve bir başıma gökyüzüne bakan ben, bahtiyarız.

Aralık, Londra

Purple Heart

Nisan ayında Antalya’dan ufacık bir dal olarak çantama atıp, burada saksıya diktiğim mor çiçek kocaman oldu. Köklerinden üçe ayırdım ve birini Highbury Fields’in kenarına, birini kapımın önüne diktim. En küçüğünü de saksıya geri koydum.

Bizim evin önünde küçük, genç bir ağaç var. Bu ağacın dibine, birkaç ay öncesine kadar her gün, bir köpek tuvaletini yapıyordu. Ardında bıraktığı pislik öyle büyük ki onu görmemeniz ve gördüğünüzde de köpeğinin ardını temizlemeyen sahibine hafif yollu sövmemeniz mümkün değil. Görüntüyü geçtim, sinekler geliyor pisliğe. Çok sinirleniyorum bu meseleye. Köpeklerin çıkarıldığı saatler aşağı yukarı belli, kafamda plan yaptım, söyleyeceklerimi kurguladım. Birkaç gün pencereden sokağı gözleyip köpeğin sahibini tespit edeceğim. Sonra da tam saatinde kapıda bekleyip, köpek sahibine yaptığının rahatsız edici ve aynı zamanda kurallara aykırı olduğunu söyleyeceğim. Onu yaptığından dolayı utandırıp dersini vereceğim. 

Bizim evin önündeki bu ağaç, bir taraftan da yan komşumuzun evinin önündeki küçük ağaç. Yaz başında – ben tam kafamda planımı netleştirdiğim sırada – kapı komşumu yere oturmuş bu ağacın altındaki toprağı kazarken gördüm. Birkaç gün sonra elinde renk renk çiçekler ve bir sarmaşıkla çıkageldi. Bir ay içinde küçük ağacın dibi, her gün okkalı bir bok bırakılan sefil bir toprak olmaktan çıkıp rengarenk bir çiçek bahçesine döndü. Toprakta çiçekler açtı, minik ağacın gövdesini mor sarmaşıklar sardı. En sonunda, Antalya’dan gelen “purple heart” çiçeği de aralarında yerini aldı. 

Okuduğum bir kitapta “Mutluluk sorunsuz olmak değildir. Mutluluk sorunları çözmekten kaynaklanır.” diyordu. Sorun çözmenin, mücadele etmenin çok çeşitli yöntemleri var. Kapı komşum, benim tam aksime, günlerce kızgınlık duyarak, kendi kendine söylenerek ve nihayetinde birini direkt karşısına alarak tartışmak yerine, problemin kaynağını dönüştürüp değiştirmeyi ve bu şekilde sorunu ortadan kaldırmayı tercih etti. Bir metrekarelik alanda olup bitenler, sadece evin önünü güzelleştirmekle kalmadı, benim yaşamla mücadele yöntemlerimi de fark etmeme ve değiştirmeme sebep oldu.

Şimdi sokakta çiçekler açtı. Çiçekleri diken kadın, yan evden onu hayranlıkla izleyen kadından hiçbir zaman haberdar olmadı. Ve kadının kafasında açtırdığı aydınlık çiçeklerden.

Eylül, Londra

Harald Sohlberg - Flower Meadow in the North
Harald Sohlberg-Flower Meadow in the North

Bu şiire konu olduğunu asla bilemeyecek kadının şiiri

Houses with Laundry (Seeburg)-Egon Schiele

Saat 10.
Yine ayni saatte cama çıktı kadın,
Elindeki çarşafları hırsla silkeledi.
Kadın, işten gelir gelmez donuyla televizyonun karsisina oturup uyuyakalan kocasinin ayak kokusunu silkeledi pencereden,
Gizli gizli toprak yiyen kızının kirli tırnak aralarını.
‘Ara-bul’ kuaförde oryalle açtırdığı saçlarının ucuz, kanserojen turuncusunu silkeledi pencereden kadın,
Üvey babasının pislikten sapsarı olmuş atlet yakasını,
Otobüste üstüne çıkan adamın terli koltuk altlarını silkeledi.
Hızını alamadı kadın, dönüp bir de karşı pencerede onu çözmeye çalışan hemcinsine nefretini silkti.

Örtü, halı, kilim; dün, bugün, yarın…velhasıl hayatla arasında alıp vermediği ne varsa hepsini boşalttı kadın,
Bir tek kendisi o pencereden kaçıp gidemedi.

14 Ekim, İstanbul