Ağustos’un son haftası, Serpil’in telefonunu çaldırıyorum uzun uzun. Telefondaki ses sonunda ‘Alo’ diyor ‘Kızım tuvaletten çıktım, iki dakika sabredemedin’. Hiç vakit kaybetmeden, müjdeyi veriyorum ona.
‘Şimdi önce bir yere otur, sonra da hemen program yapmaya başla. Çünkü yılbaşından sonra her an teyze olabilirsin. Hamileyim, hem de 4 aylık. Şimdiye kadar kimseye haber vermek istemedim. Ne bileyim nazar değer diye mi korktum nedir… Sakın söylenme bak, herkesten önce seni arıyorum işte!’
‘İlahi be, çılgın kadın. Kızım bu sefer de beni şaşırmayı başardın ya pes vallahi.’
İnişli çıkışlı, gel-gitli ama bir o kadar da samimi arkadaşımın sesini nasıl da tanıyorum. Gözünün pınarında zor tuttuğu yaşı görür gibi oluyorum şu güler -ağlar sesinden.
Yılbaşı’na üç gün kala, işyerinin verdiği station vagon arabasına atlıyor ve çocuksuz son yılbaşımızı beraber kutlamak üzere yola çıkıyor. Zorunlu ihtiyaç molaları dışında yolda hiç durmamış, akşam çok geç olmadan geliyor yanıma. Eve girer girmez de ‘Buraya kadar geldim, seni doğurtmadan asla dönmem’ diyor. Bu cümleyi her sabah uyanınca tekrarlıyor, ben de her seferinde sanki yeni duymuşum gibi kıkır kıkır gülüyorum.
Gökyüzü açık, güneşli. Akdeniz’in tam da sevdiğim, tertemiz, soğuk ama aydınlık kış günleri. Öğleden sonraları evin köşesindeki parkta yürüyüş yapıyoruz. Havadan sudan konuştuğumuz yürüyüşlerimize mahallelinin köpekleri de eşlik ediyor çoğu vakit. Serpil parkta bulduğu ağaçlara sarılıyor, kalplerini dinler gibi yapıp beni güldürüyor. ‘Çok seviyorum ne yapayım yahu” diyor. Alıp meyvelerini inceliyor, yapraklarından hangi ağaç olduğunu tahmin etmeye çalışıyor, bir sürü tohumla ceplerini dolduruyor. “Ağaçlara tapmak lazım illa bir şeye tapmamız gerekiyorsa” diye destekliyorum onu. Fakat. görüntüsü ile yirmili yaşlarımda, Antalya –Fethiye yolculuklarında, kokusu ile ise çocukluğumun yaz akşamlarında tanıştığım ve bizim buralarda günlük dediğimiz Sığla ağaçlarını sevmediğimden hiç bahsetmiyorum.
Konuşacak öyle çok konu biriktirmişiz ki, yürümekten ve aralıksız konuşmaktan nefessiz kalıyoruz. O saate caddede gözümüze kestirdiğimiz en güneşli kafenin, yine en çok güneş gören masasına oturuyoruz. Serpil bir bira istiyor, Efes light. ‘Senin içtiğin de bira mı be’ diye laf atıyorum, sonra da dönüp elimdeki sudan hallice paşa çayından bir yudum alıyorum. ‘Yılbaşına, hindiyi filan boş ver de şöyle güzel bir kestaneli pilav, yanına da bir sürü meze yapalım. Aile tarifiyle bir Çerkes tavuğu yapacağım sana parmaklarını yiyeceksin.’ diyorum. Serpil parmaklarını dudaklarının kenarına götürüyor, o meşhur ‘off, çiçek’ hareketini yapıyor. ‘Senin kuzeninden öğrendiğin efsane bir limonlu kekin de vardı. Ondan da mı yapsak?’ Hem yemeklere ağzının sulandığını hem de bana hatırlatmak istemediğim şeylerden bahsetmiş olmaktan duyduğu rahatsızlığı hissediyorum. Konuşmasına gerek yok, gözünü kırpıştırmasından, işaret parmağının tırnağını ‘iyi halt ettin’ der gibi avucuna batırmasından, alnında belirip kaybolan ince çizgiden anlıyorum. On yıllık dostluğun dili bizim aramızdaki, dostluğumuzun sessiz senfonisi. Sadece bir anlık boşluğuna geliyor işte. O keki öğrendiğim yazı tamamen unutmak, hafızamdan silmek, istediğimi çok iyi bilir oysa Serpil.
Aklımın geçmiş zamana atlamasına hakim olamıyorum, 1985 yazına götürüyor beni zihnim. O günlerde, henüz memlekette tatiller, her şey dahil beş yıldızlı otellerde geçirilmeye başlanmamış. Zaten tatil köyleri varsa bile, bizim oralara gidecek kadar paramız yok. Okullar kapandı mı, abimle ben teyzemlerin, amcamların yaşadığı minik ilçemize postalanıyoruz. Bizim oralar, temmuz aylarında bunaltıcı havası ile Akdeniz ikliminin hakkını veriyor. ‘Yazları çok sıcak ve kurak.’ Kasabada, öğleye kadar kah uyuklayarak, kah sıcağı hafifletsin diye ev önlerindeki betonu sulayarak, yani olabildiğince az hareket ederek vakit geçiriyoruz. Öğleden sonra ise kekimiz, böreğimiz, bazen karpuz, bazen süt mısır ama mutlaka buz dolu su termosumuzu da yanımıza alıp koyuluyoruz halk plajının yoluna. Öyle ki çocukluğumda yaz tatili benim için; saçımdan sırtıma doğru sızan terin ürpertisi, boyum kadar dalgalarla boğuşurken yuttuğum tuzlu suyun ağzımda bıraktığı tat, deniz sonrası kolumdan damlata damlata yediğim domatesin mis kokusu demek. Bir koku daha var ama… Bazı akşamüstleri, mahalleye yayılan tuhaf şekerli, odunumsu bu buruk tütsü kokusunu o zamanlar çok seviyorum. Dumanını izleyip hangi evden geldiğini bulma oyunu oynuyorum kendi kendime.
Halamın evi, henüz asfalt dökülmediği için her arabanın arkasında bir toz bulutu bırakarak geçip gittiği dört yolun ağzında. Tek katlı, beyaz kireç badanalı, eski bir ev, önünde de küçük bir bahçe ve sulama havuzu. Üstünkörü yapılmış sıvalar yer yer kabarmış, denizliklerin altında uzanan yosunlar son kış sağanaklarının izini taşıyor. Kapılar ve pencereler kümes telleri ile acemice çerçevelenmiş. Teller bizi, sıcak geceleri iyice kabusa çeviren sineklerden ve içinde akrebin de yer aldığı istenmeyen ziyaretçilerden korumak amaçlı. Ancak iki görevi de tamamıyla yerine getiremiyor.
Evin içi, dışının aksine çok şenlikli. Halam onca erkek arasında tek kız olmanın hakkını, çevresindeki herkesi evine toplayan anaçlığıyla -belki de zorunluluktan- veriyor. Yaz tatilleri, bayramlar, aile ziyafetleri, ya da sırf geçerken uğrayanlarla yemek yenen gürültülü sofralar. Sonra rakılı, sazlı-sözlü muhabbetler. O sene bu rutin hayhuya, bir de kuzenimin yakında doğması beklenen bebeğinin telaşı ekleniyor. Ziyaretler, hediyeler, bebek çamaşırı yıkayıp ütülemeler… En son ilkokulda gördüğü arkadaşını bile göresi geliyor Gül Ablamın. Neredeyse her gün yeni bir ev gezmesi yapılıyor, tabi ben de peşlerinde, durumdan ziyadesiyle memnunum. Onlarda kalmadığım bir gece, nihayet suyu gelmiş Gül ablamın, sabaha karşı, önce hemen yan evdeki ebe görmüş, sonra da ilçenin üç adım ötedeki hastanesine götürmüşler. Haberi duyan geliyor, toplanıyoruz ağaçsız, gölgesiz hastane bahçesinde. Havada o gün her zamankinden farklı bir sıcaklık var, nefes almayı zorlaştıracak kadar boğucu. Bekliyoruz inatçı bebek çığlığını, ardından çıkan doktorun ‘gözünüz aydın’ını, ‘anne de bebek de sağlıklı çok şükür’ünü…Bir saat mi, bir yıl mı geçiyor fark edemeden öylece bekleşiyoruz. Ta ki içerden, kulaklarımızı yırtarcasına yükselen “Yavrum” sesini duyana kadar. Bu haykırış, sanki koca hastaneyi yıkıyor, o kurak betonu çatır çatır çatlatıyor. Sonra yutuyor o çatlak hepimizi, oracıkta diri diri toprağa gömülüyoruz.
Bu arada koşmaya başlamışım, nereye gitmek amacındayım şimdi bile bilmiyorum. Koşuyorum ve sadece kulağımdaki o sesten kurtulmak istiyorum, hastane kokusundan bir de. Tesadüfen abimle karşılaşıyorum yolda, o nasılsa işler iyi gidiyor diye, bir ara bizden ayrılmış olmalı. ‘Ne oldu, çıktı mı eve yoksa ablam?’ Omzumu silkip ‘Yok’ diyorum sanki dünyanın en normal şeyiymiş gibi ‘Yok çıkmadı, öldü Gül ablam’ diyorum. Gözümden sicim gibi yaş boşalıyor.
Hiçbir zaman misafirsiz kalmayan şenlikli ev, bu sefer en zor misafirini ağırlıyor bahçesinde. Bebeğine kendi canını üfleyip bu dünyadan giden genç bir kadının bedeni. Bir bebeğin tazecik mutluluğu ile birlikte dayanılmaz bir yürek ağrısı da gelip çöküyor o zamandan sonra üstümüze. Tanıdık tütsü kokusu, o gün bizim bahçeden yayılıyor. İşte ben o zaman öğreniyorum, buralarda ölülerin ardından günlük ağacı kabuklarının yakıldığını. İşte o akşamüstü, genzimi yakmaya başlıyor pek sevdiğim o koku. Küçüklüğüm o buhurda bitiyor. Ben o yaz büyüyorum.
Karşımda bana bakan Serpil’i görünce, aklımı toparlamaya çalışıp ’Yaparız be Serpil’ diyorum ‘Gül ablamın limonlu kekinden de yaparız’. İçimdeki huzursuzluktan, susup kalmamdan, sık sık dalıp gitmelerimden endişeleniyor Serpil. Kafamı dağıtmak icin, son bir gayretle bir türlü dikiş tutturamadığı aşk hayatından konu açıyor. Biriyle tanışmış, adam her yemekte verdikleri bahşişi bile ikiye bölecek kadar cimri çıkmış. Ötekisi pek yakışıklıymış ama yatağa geldi mi tık yokmuş. Anlattıklarını dinler gibi kafamı sallayıp duruyorum ama numaramı yutmuyor.
‘Neyin var Allah aşkına Derya, nerede senin kafan? Neden yine suratını astın, yoksa bilmediğim bir terslik mi var?’
‘Ne bileyim, içimde atamadığım bir sıkıntı var. Bizim doktorun da prensibiymiş, bebeğin cinsiyetini söylemem diye tutturdu. Adam da buranın en iyi doktoru, vazgeçemedim de. Ama bu belirsizlik bile yoruyor şimdi beni. Bir de söyledim sana üst üste gördüğüm tuhaf rüyalar…’
‘Neymiş bu rüyalar anlatsana şunları sen bana…’
‘En sonuncusu sen gelmeden birkaç gün önceydi. Rüyamda halamın bahçesindeyim. Ama ne bahçe, masallardan çıkmış kadar güzel. Bir Temmuz günüymüş yine, Gül ablam da benimle birlikte. Onun omzuna yaslanmışım, öylece kucağındaki bebeğe bakıyorum. O an, tüm sıkıntılarım, tedirginliklerim uçup gitmiş sanki, kuş gibi hafifim. ‘Derya ne zamandır seni bekliyordum burada, oğlunu sana vermek için’ diyor. Bebeği uzatıyor, ikimizi de öpüyor yanaklarımızdan, usulca çıkıp gidiyor evden. Kucağımda dünya güzeli bir bebekle kalıveriyorum öylece. Önce mutluluktan ağlıyorum, sonra burnuma keskin bir günlük kokusu geliyor. Yatağımda sıçrayarak uyanıyorum. Bu rüyaları gördükçe korkuyorum Serpil. Hastanelerden de çocuğuma bir şey olmasından da, doğumda bir şeylerin ters gitmesinden de. Söyledim mi bilmem, ben de şu an kuzenimin öldüğü yaştayım.’
Gömleğinin kolunu çekiştirip, gözümden akan yaşları, ağzımı, burnumu, siliyor. Hiç önemsemez zaten Serpil, en fiyakalı gömleği lekelenmiş, eli kirlenmiş, üstü başı batmış. ‘Kızım sen dünyada dinlere, kitaplara inanmayan kadınsın, rüyalara mı inanacaksın. Gerçi onların bilimsel açıklaması var diyelim, bir ara da nazar diye tutturmuştun. Tüm bunlar hormonlarının suçu, sende anormallik yok. Ama şimdi sakin olacaksın ve hiçbir şeyi kafana takmayacaksın. Rüyaların aklına geldi mi benim dediğimi hatırlayacaksın: Bu rüyanın tabiri şudur kızım; senin fıstık gibi bir oğlun olacak. Bak buraya yazıyorum, hatta seni doğurttuğum gibi, onun da sünnetini yapıp öyle döneceğim İstanbul’a. Sünnet pilavını da ayrıca yeriz! ‘ diyor.
Eve dönüş yolunda, her şeyi dalgaya alan hali, yerini suskunluğa bırakıyor, sıkı sıkı sarılıyor bana. O meşhur, ben de deli gibi korkuyorum ama çaktırmıyorum, hep yanında olmaya ve sıkıca elini tutmaya devam edeceğim ve birlikte üstesinden geleceğiz sarılması bu. Tanıyorum.
Yeni yılın ilk günü, sabahın yedisinde, Serpil arabayı çekiyor hastane girişine. Üç kişi hızlıca iniyoruz; ben, kocam ve Serpil. Biz girince, belki de ertesi gün gazetelerin ‘97 yılının ilk bebeği doğdu’ haberine konu olacak bebek için açılıyor doğumhanenin kapısı. O sırada babaanne, anneanne ve dede hastaneye ulaşmışlar. Kış olmasına rağmen, güneş olanca cömertliğiyle kendini göstermiş, ışık önce doğudaki pencerenin buğulu camına, oradan da kırılarak koridora düşürüyor. Ben aldığım anestezinin etkisi altında oldukça gevşemişken, alt katta tedirgin bir bekleyiş var. Kısa süre sonra birden içim boşalıyor gibi, sonra istemsiz bir çığlık atıyorum. Ardından bebeğimin sesi duyuluyor. Sesi, savulun artık ben de varım bu dünyada, der gibi, kalın. Bu sefer mutluluktan ağlıyorum.
Bana son müdahaleler yapılırken bebek çoktan alt kattaki odaya indiriliyor. O minicik varlık, tıpkı güneş gibi kocaman bir mutluluk olup doluyor odaya. Tüm tedirginlikler, kaygılar siliniyor, birden her yer ışıl ışıl oluyor. Serpil bir hamlede hemşirenin getirdiği bebeği kucağına alıyor ve yine o hem güler hem ağlar sesiyle:
‘Gözümüz aydın, ben demiştim size, bir oğlumuz oldu!’ diyor.
‘Şuna bakın, pamuk gibi bembeyaz bir oğlan hem de!’
*Anadolu sığla ağacı (Liquidambar orientalisg), Altingiaceae familyasından dünyada yalnızca Türkiye’de Fethiye ve Muğla civarında yetişen, 20 metreye kadar boylanabilen, görünüş olarak çınara benzeyen, uzun ömürlü bir ağaçtır. Biz ona ‘Günlük Ağacı’ deriz.
Aralık 2015 İstanbul / Eylül 2023, Londra