Gülümse

İki gündür aralıksız yağan yağmura rağmen hava aydınlık. Salonun ortasında yirmi yıla ait yirmi defter, içi bolca şapka, fular ve hepsi aynı modelde çizgili tişört dolu bir küçük valiz, yüzeyine yakılarak büyük bir çınar ağacı işlenmiş, valiz boyutlarında, anahtarı üstünde bir antika sandıkçık duruyor. Kilit yerinin hemen üstüne monte edilen minik el kadar ayna eskilikten hafifçe oksitlenmiş, yine de bakınca kırmızı gözlerimi ve göz kalemimin akıp iyice kararttığı göz altlarımı gösteriyor. Gözlerimi ve burnumu ananemden almışım. Aslında burun deliklerimi demem daha doğru, nefes alırken ikimizin de solungaç gibi büyüyüp küçülen burun deliklerimiz var. Yani vardı… Her şeyi olduğu gibi bırakıp, defterleri okumaya karar veriyorum. Onları en yeni tarihlisinden geriye doğru sıralıyorum. Hepsi aynı boyda, aynı renkte, çizgili defterler. Hepsinin ilk sayfasına lacivert mürekkepli kalemle, özenle önce o yılın tarihi, altına da ad ve soyad yazılmış. Son defterde, özellikle son sayfalara doğru, ara ara benim çektiğim siyah beyaz fotoğrafların iliştirildiğini görüyorum. Meraktan dayanamayıp rastgele bir tanesini açıyorum ve karşısına alınmış notları okumaya başlıyorum.

“Seninle gülmek:

Sen gittiğinden beri sevgilim, tıpkı söz verdiğimiz gibi, gülümsemekten hiç vazgeçmedim. Çünkü biz birbirimize sözler veririz ve tutarız. İkimize ait bir anayasamız, iki kişilik bir alfabemiz, kalabalıklar arasında birbirimizi anlayabilmek için kullandığımız özel bir dilimiz var bizim. Herkes yağmurdan kaçarken, biz yüzümüzü ıslatsın diye kapılarımızı açarız. Birbirimize çiçek yerine taze enginar alır, çiçekleri ise suluboyadan yapmayı tercih ederiz. Başkalarının sevgisi karat ve dolara endeksliyse, bizim aşk birimimiz planktonların sayısıdır ya da yıldız tozlarının.

Bazen sinirli, bazen ağlamaklı bazen müstehzi… Ben senin yanında iken hep güldüm. Şairin dediği gibi belki bulutlar gitmez, iklim değişmezdi ben gülümseyince. Ama ben hep güldüm ve sen beni dünyanın en güzel gülen insanı olduğuma inandırdın.

Çok sevdiğimiz ama bir türlü anlaşamadığımız diyarlardan ayrılma kararı almıştık. Bu ülkeyle bizim aramızdaki şey, şiddetli geçimsizlikti ama alışkınlıktan boşanmaya bile üşenen çiftler gibiydik. Biz susup huysuzluğunu sineye çektikçe, o hoyratlığının derecesini arttırdı. En sonunda da çiğneyip çiğneyip sindiremediği bir yemek gibi bizi tükürüp attı. Kararlar alındı, başvurular yapıldı, dağ gibi bürokratik işlemler aşıldı. Planımız şuydu, önce ben gidecektim, tuttuğumuz evin kontratını yapacak, senin nakliyeciye teslim ettiğin eşyaları karşılayacaktım. Ben eve yerleşip, bir yandan buradaki şirket kuruluşu ile ilgili resmi işleri takip ederken, sen de orda kalan işlerimizi yoluna koyup ardımdan gelecektin. Ama o işler bir türlü yoluna koyulamadı, toplantı tarihleri ertelendi, sözleşme devirleri uzadı, kedimiz bir türlü yeni bir eve yerleştirilemedi. Ayrı geçen yıldönümleri, yaş günleri, yeni bir şehre alışma sıkıntısıyla, yorgunluk, üzüntü, bıkkınlık dolu bir altı ay. Süre uzadıkça yıprandık, yıprandıkça hırçınlaşan ve kızgınlık duymaya başlayan taraf ben oldum. Akşamına ya söylenerek ya da ağlayarak erişeceğimden emin olduğum bir cuma günü eve dönerken, pencereden dışarıya sızan solgun ışığı görünce ‘Bir bu eksikti’ dedim ‘kafa da kalmadı artık, ışığı açık bırakıp çıkmışım, başka bir şey unutmuş olmasam bari’. Söylenerek girdim kapıdan. O anda burnuma gelen sıcacık yemek kokusu, pikapta Nina Simone, masada iki kadeh şarap, karşımda da seni görünce, gözyaşlarıyla güldüm sana. Kızgınlığımı hemencecik unuttum, boynuna sarıldım ve güldüm.

Uzun zorlu bir doğum sürecinden sonra, dakikalar olmuş kızımızı kucağıma alalı. Yorgun, halsiz, saçım başım dağınık haldeyim. Tam o anda, elinde makinenle beni fotoğraflamaya çalışmana o kadar çok kızdım ki. Beni bilirsin, fotoğraflarda çizgilerim görünmeyecek, saçım illa düzgün olacak, yüzümde ise hiç uğraşmamışım gibi duran bir uğraşılmışlık. Oysa senin çektiğin fotoğraflarda, ya gömleğimin yakası bir yana kaymış ya saçlarımın dipten beyazları parlamış ya da yanağımdaki çizgi iyice derinleşmiş olur. ‘Ama çok güzel ışık vurdu yüzüne’ dersin. ‘Çekmesen bu perişan halimle.’ diye kızarım. Yine kızdım sana her zamanki gibi. ‘Ama çok güzel ışık…’ diye açıklamaya başladığın an, ayağın yatağa takılıp da düşeyazınca kahkahalarla güldüm sana. Kızgınlığımı unuttum, elini tuttum ve güldüm.

Biz iyiliği ve gökkuşağını savundukça, dünya renklerin solduğu, günlerin lezzetini kaybettiği, zulüm ve karanlık dolu bir yer haline geldi. Yaşam sanki eskisinden daha hızlı elimizden kayıp gidiyordu ve zamanın salt kendisi değildi tükettiğimiz. Sokaklar birbirinden huysuz ve asık suratlı kalabalıklara, kabadayılara kaldıkça ben daha çok endişelendim. Sen her umutsuzluğa kapıldığımda elimden tuttun, ikimize camdan bir akvaryum yaptın. İki kişilik bir dünya… Çaresizliğimi unuttum, gülümsedim sana. Omzuna yaslandım ve gözlerimin içiyle güldüm.

Ah…Artık hafızam gibi gözlerim de yavaş yavaş beni terk ediyor. En çok da sana eskisi kadar sık yazamamak üzüyor. Biraz da eski yazdıklarımızı okuyamamak ve şimdi olduğu gibi hemen yoruluvermek…

Sen gittiğinden beri sevgilim, kimi zaman fotoğraflarımıza baktım, kimi zaman sana söylediğim şarkıları mırıldandım kendi kendime. Her akşam koltuğumda gözlerinin içine bakıp sana o günümden bahsettim, kırk yıldır olduğu gibi. Buradaki herkes bana tuhaf bakıyor, kendi kendime konuşup gülüyorum diyeymiş.  Oysa bilirim ki insanlar en çok kendi isteyip de yapamadıklarını yapanlara kızgınlık duyarlar. Aslında kendilerine kızarlar; yürümek varken durmayı, sevmek varken nefret etmeyi, gülmek varken somurtmayı seçtikleri için. Kendilerine kızar ve sana deli derler. Olsun sinirlenmiyorum ben onlara, delilik işime geliyor. Zaten içimden bir ses, çok geçmeden senin yanına geleceğimi ve bunları anlatırken yine beraber güleceğimizi söylüyor.

Unutmadan sevgilim, fotoğraf makinanı geçen sene torunumuza verdim. Gözü gibi bakıyor ona, sakın meraklanma. Ona da sana yaptığım gibi komik pozlar veriyorum. Geçenlerde fotoğraflarımdan birini daha getirdi, bak deftere onu da iliştirdim. O da senin gibi bana sevdiğim jöleli şekerlerden getiriyor ve sürekli ‘Gülümse!’ diyor ‘Işık çok güzel, çekiyorum’…”

Elimde defter, siyah beyaz fotoğraf, karşı masada emektar fotoğraf makinem, öylece kalakalıyorum. Onu bu kadar çok sevmeme rağmen bir kadın olarak hiç tanımamış olmam ne şaşırtıcı! Anneannemi kendi isteğiyle seçtiği ve güle oynaya gittiği yaşlılar evine yerleştirirken ben daha ufaktım, valizler büyük, arabanın içi ise benim salonumdan daha kalabalık. Elimdeki yirmi defterlik hazineyi hatırlamak, hem yalnızlığımı hem hüznümü bir anda alıp götürüyor. Yağmuru koklamaya balkona çıkarken, karşı balkonda kahve içen genç kadına selam veriyor ve bir sigara yakıyorum.

İstanbul 2015-Londra 2022

Leonard Cohen Marianne’e yazdığı mektupta şöyle demişti: “İşte Marianne, artık o kadar yaşlandık ki bedenlerimizin havlu attığı saat geldi çattı ve sanırım çok geçmeden senin peşinden ben de geleceğim.”

Yorum yapın