Sırdaş II

Merhaba, ben Deniz. Yirmi üç yaşıma gireli henüz bir hafta oldu. Günlerimi size göre boş ancak kendimce çok mühim işlerle geçiririm. Dalgaları saymak, yaprak toplamak, sokağın sesini dinlemek, gelen geçenin yüzüne bakıp ne iş yaptığını tahmin etmek gibi.  Evdekiler sabah başlayıp gece yarısına doğru biten sokak mesaime ilk başta telaşlanmıştı ama artık alıştılar. Belki sessiz ve derinden süren yas dönemlerinde bir de benle uğraşmamak işlerine geldi ya da benim hayatta olmama bir şükretme biçimi bu göz yumma hali.

İkiz kardeşim Derin, benden üç dakika önce doğmuş. “Üç dakikaya ordayım”, “ne zahmeti, üç dakikamı alır”, “kolay canım, üç dakikalık iş” gibi cümlelerde önemsiz bir zaman dilimini ifade eden o kısacık üç dakika, Derin’in benim ablam olma ağırlığını yüklemeye yetmiştir. Küçükken etkili bir övünme aracı olan bu ablalık oyununun, büyüdükçe beni çekip çevirme, eksik bıraktıklarımı toplama görevine dönüşeceğini bilse belki o da bu kadar benden daha büyük olmaya hevesli olmazdı. Parkta, anaokulunda, flüt çalmak zorunlu olan müzik sınavlarında, yemekhane sırasında. Sonra yazlıkta kâğıt oyunlarında hep yenildiğimde, votkayı fazla kaçırıp oraya buraya kustuğumda ya da aşk acısından öleceğime emin halde kıvranırken… O beni tamamlamaktan, toparlamaktan, taşımaktan hiç usanmadı. Aynı üniversitenin farklı bölümlerini kazansak da aynı evi paylaştığımızdan, yine benden kurtulup rahat edemedi Derin. 

Staj yaptığı derginin editörüne, kendi deyimiyle görür görmez kanı ısınmıştı. Her akşam eve dönüşünde, o günün değerlendirmesini yapardık. Konuşma dönüp dolaşıp müstakbel sevgili adayına gelir ve kahve makinesi önündeki sohbetlerinden, mailde kullandığı gülücük işaretinin anlamına kadar her şey didik didik edilirdi. Yemek masasında başlayan sohbet, koltuğa doğru taşındığında, değme kadın dergilerine taş çıkartacak stratejiler geliştirmeye sıra gelirdi. Bir gün kapıdan koşarcasına girip “Bil bakalım ne oldu? Yoğun mesaimiz işe yaradı, sonunda beyefendinin dikkatini çekmeyi başardım ve bu akşam bir şeyler içmeye gidiyoruz” dedi. “Senin hiçbir taktiğe ihtiyacın yok ki.” Diyecek oldum, o çoktan üstünü değiştirip aynı hızla geri fırlamış olduğundan sesimi duyuramadım. Lafım yarım kalmasaydı, “Zarafetle taşıdığın uzunluğun, ipincecik boynuna düşen kıvır kıvır saçların, berrak, duru tenin ve tüm bu sakinliğin ortasından fışkırıp güzelliğini da büyüten pırıl pırıl bakışların var senin. Senin sadece sen olman yeterli.” diye ekleyecektim ama söyleyemedim ne o gün ne başka vakit.

Bu akşam tam bir ay geçmişti ilk buluşmalarının ardından hem ufak bir kutlama yapacaktık hem de ben ilk defa adamla tanışacaktım. ‘Unutma akşamüstü altıda’ dedi. Sandaletlerini bağlayıp kapıdan çıktı ve aniden dönüp ‘Bana bak sen okumaya dalar gidersin, istersen saat filan kur, sakın geç kalma!’ dedi. Sarı elbisesi, telaşlı bir buyurganlık içeren bakışı ve inceden gülümseyişi…Derin’den aklıma kazınan son görüntü oldu. Sevdiği adamı asla tanıyamadım.

Derin gittikten sonra hiç kimseyle konuşmadım. Öldü diyorlar ona ya. O benden gittiğinden beri, içimdeki acıyı, ikiye yarılmışlığı, yarım kalmışlığı ifade edecek kelime bulamadım. Mesela burnunun direği sızlamak neydi ki benim sana duyduğum özlemin yanında? Umutsuzluk, karamsarlık, üzüntü, elem hangi kelime yeter tanımlamaya?  Dilin acizliğini keşfettiğimden beri susmayı seçtim. Susmayı ve sokağın sesini dinlemeyi.

Bu mahallede en çok sokak köpekleri ile anlaşıyorum. İlk başlarda korkardım köpeklerden. Onların gözlerinde acıma içeren yapmacık bir şefkat, arkamdan konuşma merakı ya da tedirgin – kaçamak bakışlar olmadığını anlayınca değiştim. Gözlerinde insanlarda olmayanları gördükçe sevdim sokak köpeklerini. Şimdi her sabah ve her akşam onlar bana eşlik eder. Mahalleden sahile, sahilden mahalleye. Parka gitmem hiç. Bazen deniz kenarındaki büyük ağacın dallarına tırmanırım, olan biteni oradan izlerim.

Mahallede köpekler dışında tek arkadaşım Fergan.  Nasıl dost olduğumuzu tam olarak hatırlamıyorum. İlk kez bir akşamüstü sahilde karşılaştık. Ben ciddiyetle dalgaları sayarken, çakıl taşı toplamakla meşguldü. Ben de beyaz bir taş bulup ona uzattım.   Kötüler, kırık kalpliler, aynı sokağı paylaşanlar, aynı kitabı sevenler, iyi huylular, deliler bir şeklide bir araya gelir ya. Bizimkisi de onun gibi sanırım: tuhaf bir sessizlik ortaklığı. . .  Apartmanın önünde merdivende otururken gözlemlerim, akşamları en geç onun evinin ışığı söner.   Apartmanlarda tek başına ışık süzen pencereler hüzün verir bana tıpkı sokak lambaları gibi. Kimsesizliği hatırlatır ikisi de ıssızlığı.

Fergan, her gün çok geç olmadan evden çıkar. Önümden geçerken kafasını hafifçe kaldırır, bana belli belirsiz gülümser.  Aynı yollardan geçerek dergiye gider ve çektiği fotoğrafları teslim eder. Kahkahayla güldüğünü gören yoktur ya da yüksek sesle birine küfrettiğini. Hep aynı sakinlikte ve uzaklıktadır. Yaşamla bağı gereklilikler üzerine kuruludur ve günlük dünyasında her şey ‘yetecek kadar ‘ yer alır. Acıktığı için yemek yer, ancak giyilemez hale gelince ayakkabısını yeniler, sağanak yağmadıkça her yere yürüyerek gider ve sadece karşısındakini kırmamak için sohbet eder. Birkaç kelime… Onunla bazı akşamüstleri sahilde karşılaşırız. Ben dalgaları sayarım ciddiyetle, o çakıl taşı toplar. Hep aynı biçimli taşlar; yuvarlak, yassı, büyükçe.  Arada sırada karşı kırtasiyeden boya alır. Bir de her ayın ikinci günü, arka mahalledeki mezarlığa gider. Elleri kış boyu üstünden çıkartmadığı siyah kadife ceketinin cebinde, sanki değerli bir şey taşır gibidir. Hızlı adımlarla gider. Gözleri daha da uzaklaşmış, düşünceli ve sallanarak geri döner. Sonraki gün evden çıkmaz.

Kış geldiğinde kedilere ev yaparız Fergan’la. Yazın su kaplarını yenileriz. O da benim gibi bu tip önemli işleri yapmaya bayılır. O arada hikâyeler anlatır, ben susarım. Geçen gün birlikte mezarlığa gittik. Başında kocaman bir defne ağacı ve üstüne yüzlerce farklı balık çizilip renk renk boyanmış çakıl taşlarından bir mezar. Cebinden çıkan iki taştan boyalı olanı önce bana gösterdi; ‘Bak, kırmızı melek balığı bu‘ dedi, sonra gözüne kestirdiği yere yerleştirdi özenle. Diğer taşı cebine geri koydu. Sevgilisi, Lara sahilinden getirdiği bu minik taşı hep cebinde sakladığını görünce, heyecanla söylemişti fikrini ona. Freni patlamış bir kamyonun altında kalmadan hemen önce…

–  Balıkları, kuşları, yaprakları çizsek tatillerde topladığımız taşların üzerine.  Sonra kocaman bir duvar yaparız onlardan. Renkli bir duvar.

‘O gün o kamyonun altındaki son nefeste her şey bitti. Boyalar, balıklar, yapraklar da bitti’ dedi.

O anda taşlar, sahil, geç vakte yanan ışık anlamını buldu orda ya da büsbütün yitirdi. Fergan’ın gözlerinin rengi yayıldı ortalığa; masmavi bir hüzün. Birden, sanki başka hiçbir soru yokmuş gibi ama büyük bir merakla ‘Adı neydi ‘ dedim. ‘Derin ‘ dedi ‘ ben ona minik kırmızı balığım derdim, öyle sever’

Artık sadece arkadaş değiliz Fergan’la, sırdaşız da. O, bana onunla konuştuğumu kimseye söylemeyeceği sözünü verdi, ben de hep onu dinleyeceğimi. Sessizce yolumuza devam ettik.

Yorum yapın