Akdeniz’in kıyısında oturmuşum, dalgalar ayaklarıma vuruyor, ben de dalgaların sesini dinliyorum. Şehrin bu yarısında denizin öğleden sonra çırpıntılı, havanın da esintili olduğunu, hatta sidik kokulu kabinleri ezbere biliyorum. ‘Buralılar’ın deniz sezonunu asıl Eylül’den sonra açtıklarını da. Bu ‘ezbere bilmek’ler hoşuma gidiyor. Hafızamdaki mekanların, tadların, kokuların neredeyse tamamını bir bir yitirirken, havanın, denizin huyunu bilmek, bana şimdilik hala ‘buralı’ hissettiriyor.
Alışmak ve yerleşmek üzerine yazdığım bir yazıya karşılık olarak Murat Hoca, ‘İnsan, bir yerdeki nesnelere (sokak, ağaç, posta kutusu) alışmaya başladığında değil, yaşadığı yerde birileri onu tanımaya başladığında (yan komşunun köpeği, karşı camdaki çocuk, postacı) kendini tam olarak oraya ait hisseder aslında değil mi?’ diye sormuştu. Al sana, yine ters köşeden bir gol? O gün bugündür söylediklerini düşünürüm ara sıra. Düşüncelerimin sonu döne dolaşa yersiz, yurtsuzluğumu kabullenmeye çıkar. Zaten ben aidiyet duymak istediğim (ve duyabildiğim) tek şeyin deniz olduğunu da adım gibi bilirim.
Akdeniz’in kıyısında oturmuşum, dalgalar ayaklarıma vuruyor. Kırk yılı geçkin birlikteliğimiz hatrına, onun da beni az buçuk tanıdığına emin halde, kıvrılıp yatıveriyorum denizin kucağına. Beni ‘buralı’ saysın da ana kucağına kabul etsin diye.
Yine neden acıdığını bilmediğim yaralarımı sarıp sarmalasın da beni iyileştirsin diye.
içinden deniz geçen şehirde bir öğle vakti

*Olmak istediğim yerler muhtelif. Ölmek istediğim yer belli, demiştim bir zamanlar. Hala öyle…