2015 yılında blogumu bu formatta yayına alırken yayınladığım ilk yazı, Delirmeyeceğim adını taşıyordu. Burayı benden başka okuyan ve linke Tık’lamaya üşenenler varsa aşağıya yazıyı kopyalıyorum.
‘ Delirmeyeceğim
Çocukluğum ve hatta tüm yaşantım, belirli aralıklarla tekrar edilen, “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan şu günler” klişesi ile geçti. İlginçtir ki, ülkecek bu kelime öbeğini her duyduğumuzda ya başımıza kötü, çok daha da kötü şeyler geldi ya da o ihtiyaç duyulan beraberlikten bir misli daha uzaklaştık. Yine bu lafların havada uçuştuğu ve yine kötü, karanlık, ağır günlerden geçiyoruz. Hepimiz için gün sonunda başımıza gelebilecek en iyi şey, ölmemek ya da aklımızı kaybetmemek. İşte tam da bu nedenle, “kafalarımızı bir hafta bir dolaba da koyamayacağımıza” göre bir nefes alma listesi çıkartmak lazım.
‘Aklımızı yitirmemeye en çok ihtiyaç duyulan şu günler’de Yapılacaklar Listesi:
- Her gün en az bir iyi haber okuyun, okutun, paylaşın. Uzaklarda açılmış bir köy kütüphanesi, yeni doğmuş bir panda, yeni keşfedilmiş bir bitki mesela. Yeter ki umut verici olsun.
- Doğayı izleyin, doğaya kulak verin, doğaya dokunun. Denize karşı oturun. Kuşlara çekirdek atın. Kargalar ve güvercinler bir aradayken yapın bunu ve kargaların güvercinlerden daha zeki olduğunu gözlemleyin mesela. ( Biz yaptık, oradan biliyorum) Bir ağaç bulup sarılın ya da onla nefes alıp verin, ya da saksıda domates, biber, çiçek, böcek işte.
- Dinlemek için yeni bir grup keşfedin, bir yönetmenin takipçisi olun, kitap – dergi karıştırın, olmadı bi’ şiir okuyun. Yani ‘sanat içre’ olun. Arada bir sahaflara gidip, tanımadığınız insanların siyah beyaz fotoğraflarına bakın amaçsızca. Fotoğraftaki gözlerden duygularını tahmin etmece oynayın içinizden.
- Gülümseyin. En zoru bu ama, en azından günaydın derken gülümseyin. İnadına gülümseyin.
- Uzak ülkelere gidin. Gitmiyorsanız da gidiyormuş gibi hayal kurun. Hayali tatillerinizi en ince detayına kadar planlayın, takviminizde dursun.
- Yanınızdaki eli daha sıkı kavrayın. Çünkü ,sıkıca kavranmış ellerimiz, en büyük silahımız, bizden almaya çalıştıkları her şeye karşı. Sarıldığınızda kemiklerini kıracak gibi sarılın, öptükleriniz nefessiz kalsın. Bir de çok sevin e mi? Sevgiliniz, çocuğunuz, köpeğiniz, o her kimse, çok sevin.
- En önemlisi; sevdiklerinize mukayyet olun. Yanı başımızdaki nefes, en tatlı can yeleğimiz belki, duyduğumuz ‘hişt hişt ‘ en büyük güzellik.
‘Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.
Hişt hişt!
Hişt hişt!’
Sait Faik
bir otel odası, Astana ‘
Aradan geçen 8 yılda başımıza, ev değiştirme, ülke değiştirme, depremler, bombalar ve hatta pandemi de dahil pek çok şey geldi. Bu süreçte yapılacaklar listem işime yaradı yaramasına da bazen nefes alabilmek o kadar zorlaştı ki, listeye yeni başlıklar eklemek gerekti, yer yer de ilaçlar ve danışmanlar. Buraya kadar bir şekilde kuyruğu da dik tutarak fena gelmedik. Ancak benim için konu bir süredir delirip delirmemekten çıkıp, “bu kadar örgütlü kötülük karşısında hayata tutunabilmeyi nasıl başarabilirim” sorusuna kadar geriledi.
Bugün artık mesele; içimdeki öfke, kırgınlık ve umutsuzluğu kalbimin neredeyse taşıyamıyor hale gelmiş olmasıdır.
Kimin olduğunu üzülerek hatırlayamadığım bir söyleşide, kırgınlığın kızgınlıktan çok daha ağır bir duygu olduğundan bahsediliyordu. Uzun uzun düşünüp, evet kelimeler hakkında uzun uzun düşünürüm, söyleyene katıldım. Kızgınlık doğru yöne akıtılabilirse eyleme, değişime ve hatta yaratıcılığa evrilebilir. Ama kırgınlık hissi, insanın içine oturup uzunca süre onarmaya çalıştığı, çoğunlukla da onarma sürecinde başarısız olduğu ya da başarılı ama epeyce yıpranmış olarak çıktığı bir duygu. O nedenle evet, çok daha etkili.
Ezcümle ben artık yorgun, öfkeli ama en önemlisi kırgınım. Emekli olup keyif çatacağım yaşta, evimden kilometrelerce uzakta yeni baştan bir hayat kurmama sebep olan ve bana bir sürü yeni alan açan bu güzel yaşantıyı kırgınlık ve umutsuzluk arasında savrularak geçirmeme sebep olan kişi ve olaylara son derece sinirli ve kızgınım. En çok da, zulme ve haksızlığa ses çıkarmak yerine, kendi güvenli bölgesine sinip (kendi mahallesi, kendi bubble’ı, kendi kulübü vesaire, vesaire…) olaylara seyirci kalarak, zalimin zulmüne ortak olanlara öfkeliyim.
İşin kötüsü, hayata iyi yönden bakabilmekle ilgili tüm reçetelerimin de sonuna geldim gibi görünüyor. (Belki hala yazarak iyileşmeye çalışmak dışında)
Bakalım, kuruduğu saksıda hiç beklemediğim anda daha da güçlü çiçeklenerek uç veren nanenin azmi, bu sefer de beni “canlı” çıkarabilmeyi başarabilecek mi bu yılgınlıktan?
Bakalım.
Eylül’ün sonu, güneşli ama can sıkıcı bir gün, Londra
