Bir konsere dair ve fakat içinde müzik olmayan bir yazı

Dün (29 Ekim) Southbank’te, Londra’ya gelen arkadaşlarımız Tülin ve Cem’le birlikte, The Royal Philharmonic Orchestra’nın şu konserini izledik. Şampanya ile başlayan ve bol yürüyüş içeren yorucu bir günün ardından, iki buçuk saat boyunca Lera Auerbach, Rachmaninov ve Elgar’dan oluşan repertuarı dinlemek oldukça çetin bir görevdi. Bazılarımız vücudunu müziğin akışına bırakıp (!) ara ara gözlerini dinlendirdiler. Ben konseri enerjim çok fazla düşmeden takip etmeyi, yıllardır kendi kendime oynadığım oyun sayesinde becerdim.

Klasik müzik konserlerinde temponun düştüğünü hissettiğim anlarda, müzisyenlerin hareketlerini izlemeye koyulur ve kafamdan hikayeler uydururum. Konser bitiminde onların (boyutu elveren) enstrümanlarını sırtlarına takıp metroyla eve gidişlerini, yolda uyuklamalarını, eve vardıklarında içtikleri sebze çorbasına limon sıkıp sıkmadıklarını…düşünürüm.

Bu konserde ilk durağım, şefin 90’ların ışıklı fiber püsküllü gece lambaları gibi hop hop oynayan saçları ve her sert hareketinde ceketi yırtacak gibi beliren sırt kasları oldu. Oradan beş flütçü arasında emekli müfettiş Rıfat amcama benzediğini fark ettiğim adama atladım. Aramızdaki saat farkı yüzünden, ikizi gibi olan bu adamcağız sahnede ter dökerken amcam çoktan uykuya dalmış olmalıydı, gülümsedim. Ardından, sahnenin en önünde çalan iki muzip kontrabasçıyı ve kendi aralarında kurdukları göz kontağını yakaladım. Aralarından erkek olan, soğuk algınlığından muzdarip olmalı, fırsat buldukça öksürdü durdu, sessizce.

Arka sıra tamamen tembel öğrencilerden oluşuyordu. Önde yaylılar, üflemeliler kendini paralarken, bizim arkadaki davullar ve zil grubu, konseri yalnızca üç-beş notaya basarak tamamladı. Ama o nadir duyulan sesleri öyle güçlüydü ki, çalınan eser de her seferinde onlar sayesinde zirveye çıktı. Yine de acaba orkestranın diğer elemanları maaş günü geldiğinde, ‘Bunlaaaaar konser boyu yan gelip yattılaaar, az para verilsin!’ diye söyleniyorlar mıdır, diye düşünmeden edemedim.

Kemanları bir kez daha anmazsam ayıp etmiş olurum. Baş kemancının önderliğinde yaylılar rüzgarda salınıp duran, narin ama kırılmaz ağaçlar gibiydiler, konser boyunca. Öylesine ahenkli ve hallerinden emin.

Konser bitip biz, orkestra elemanları hatta şef bile evine doğru yola koyulmuşken, sosyal medyadan telefonuma 100.yıl kutlamalarından sahneler akmaya devam ediyordu. O vakit, katledilen kadınlar, geleceği karartılmış gençler, hapiste ömür çürüten aydınlar düştü aklıma.

Yazık ki, neredeyse yüz yıldır, her birimiz kendi çıkarımızın derdine düştük, diğerlerini ötelemeye, itip kakmaya daldık da bir arada ahenkli bir müzik oluşturmaya çabalamadık. Herkesin farklılıklarıyla katkı koyduğu bir topluluk olmaktansa, bizi yönetecek bir şef bekledik durduk. Sonunda elinin zarif bir hareketiyle çok sesli, koca bir orkestrayı yönetebilen becerikli bir şef yerine, kafamıza sürekli sopa fırlatan ve bizi sıkıcı bir tek sesliliğe mahkum eden koyun çobanlarının eline kaldık.

“İlahi zalımın TC’si, seninle şöyle olamadık” diye geçirdim içimden.

Saatim tam o sırada yüz birinci yılın ilk gününe başladığımızı gösteriyordu.

Yorum yapın