Babam revire çıkıyor!

Yıl sonu tatiline gönderildiğimiz dede evinde, radyodan yayılan “Benden selam söyle Bolu beyine” sesiyle uyandığımda, 6 yaşında bir kız çocuğuydum. Aynı radyo, sokağa çıkmanın yasak olduğunu da duyurmaktaydı. Genelde kışların bile aydınlık geçtiği Akdeniz’de o Eylül, üstümüze öyle koyu bir karanlıkla çöktü ki, çocukluğuma kazınan o karanlık bir daha aklımdan çıkmadı.

Bıyık dedem, kaldığımız minik sahil kasabasının ileri gelenlerindendi. Sokağa çıkmak o sıralar bizim için evin önünde oyun oynamak dışında başka bir şey ifade etmiyordu, bu yüzden de dış dünyanın gidişatından pek bir haberimiz olmamıştı başlarda. 1980 yılında, ilçelerin çoğunda sadece bir ya da iki evde telefon bulunur, işi düşen kasabalı da gidip o ev sahibinden telefonunu kullanmayı rica ederdi. Manyetolu telefonun kolu çevrilir, karşına çıkan santral memuruna görüşmek istediğin yer söylenir ve görüşme yapmak için bağlantının kurulması beklenirdi. Kimi zaman on beş dakika, kimi zaman iki saat… Biz telefonlu evde olmanın lüksü ile sanırım, Antalya’da olan anne-babamla haberleşmiştik. Yine dedeme büyük illerdeki bağlantılarından olan biten hakkında düzenli haber akıyordu. Abim ve ben, okulların açılması ertelendi diye içten içe seviniyorduk ama evin içindeki tedirgin havadan etkilenip sevincimizi de çaktırmıyorduk. İçten içe utanıyorduk belki de. Sokağa çıkma yasağının esnetildiği ilk gün, (hatırladığım kadarıyla) dayılarımdan biri bizi arabaya attı, jandarma kontrolünden geçe geçe, Antalya’ya evimize ulaştırdı.

Okumaya 5 yaşımın bitimine tam 28 gün kala, bir yılbaşı gecesinde başlamıştım. Daha doğrusu, okuyor olduğumu yakın çevreme o gece duyurdum. Kitap “Bu bir kümes. Tavuğun evi kümestir” diye oldukça komik başlayıp, “Herkesin bir evi vardır. Ama Filistinlilerin evi yoktur.” diye ağır iki cümle ile bitiyordu. Son cümleye geldiğimde masadakiler duygulanmış ve şaşırmış, Rıfat Amcam -tabi ki- çoktan ağlamaya başlamıştı. Babam ve abim sakince gülümsüyordu. Annem muhtemelen mutfakta bir şeyler hazırlamakta olduğundan, cümlenin sonuna yetişti. O sırada ben, başardığım şeyin oldukça normal olduğunu düşünmekteydim ve yaptığımın bu kadar takdir edilmesine anlam veremedim. 1980 yılının Eylül ayında, ülke böyle bir yangın yeriyken, benim küçücük kalbim direkt ikinci sınıfa kaydım yapıldı diye kıpır kıpır bir heyecan içinde atmaktaydı.

Her zamanki gibi mahalle okulundan yürüye yürüye eve döndüm. Annem ilk kez pencerede beni beklemiyordu. Eve girdiğimde ne olduğunu sormaktan çekindiğim garip bir sessizlik karşıladı beni. Akşama doğru açıkladılar, babam bir süre eve gelemeyecekmiş. Bana doğruyu söylemeyeceklerini hissettiğimden fazla soru sormadım, muhtemelen abimin yanına sokulup olacakları beklemişimdir. Aslında o an kimse babamın tam olarak nerde olduğunu bilmiyormuş. Ondan haber almamız kolay olmadı ama birkaç gün sonra en azından hayatta olduğunu öğrendik. Bir öğle sonrası babamın arkadaşları geldiler eve gizlice. Ilık bir güz günü, annemin bütün karşı çıkmalarına rağmen, emektar sobamızda, evdeki sözüm ona “sakıncalı” kitapları yaktılar. Marx’lar, Lenin’ler, Nazım Hikmet’ler, hepsi gidiyor. Emektar soba yandıkça yanıyor, kocaman bir kor haline geliyor, yaptığının ağırlığından utanır gibi kızarıp bozarıyor, dayanamayıp çatlıyor en sonunda.

Akşam oldu mu, evi polis basmadan bir günü daha atlatmanın rahatlığı geliyor üstümüze. Gecenin uzun ve karanlık yüzü, ne olacağını asla öngörememenin belirsizliğiyle bir olup o kısacık rahatlık anlarını boğuyor, geriye kuş tedirginliğinde uykularımız kalıyor. Her şeye rağmen ev sadece bizim evimiz değil, polisten kaçan dava arkadaşlarının, (sonradan gazetelerde kahraman diye adlarını sık sık göreceğimiz!) gencecik abilerin-ablaların da sığınağı. Kimi zaman, mecaz değil, gerçekten hep beraber kaşıklıyoruz sofrada olan bir tas çorbayı.

Müzik, resim, şiir, sanat sakıncalı bir şey bu ‘iktidara el koyan’ adamlara göre. Sırf canları istiyor diye misal, düşünen, yazan konuşan, örneğin ‘insanlar kendi dillerinde eğitim almalıdır’ diyenleri, sanatçıları, bilim adamlarını bir bir toplayıp hapishanelere tıkabiliyorlar, işkencede öldürüp dağ başlarına, sokak köşelerine bırakıyorlar. Öyle ki bu darbeciler, onlardan hazetmemenin, politik olmanın, hele de kardeşçe bir yaşam istemenin ne kadar korkunç bir şey olduğunu göstermek için ellerinden geleni ardlarıına koymadılar. Kendilerini alkışlayan darbe şakşakçıları, çocuğunun Devrim olan adını vakit kaybetmeden değiştiren sözde solcular ve güce tapan gammaz halkımız sayesinde, kendilerinin bile hayal edemediği bir rahatlıkla gerçekleştirdiler insanlık dışı muamelelerini. Annemin bir gün Ankara’ya gidip gelirken -Akdeniz’de kar ne demek pek alışkın olmadığımızdan, haliyle ona uygun ayakkabısı da yoktu- ayak parmakları dondu misal, neyse ki sonrasına bir arıza bırakmadı. O zamanlar bizim için bayram ‘cezaevinde bayram görüşmesi’ idi, revir ise kelepçeli, hasta bir babanın kucağına oturma konforunun adı. O dönem Mamak’ta kalanların yakınları için “revire çıkmak” sevinçle karşılanan bir haber. Senin lehine hiçbir şey kurala bağlanmış değil, garantisi yok. Beklersen belki revir arabasına binmene izin verebilirler, babanın elini tutabilirsin, göğsüne kafanı yaslarsın. Bu ihtimal için gece Antalya’dan otobüse biner, sabah Ankara’da olursun. Şansın varsa babanın kucağına oturabilmek demektir onunla revir arabasında olmak.

Haber geldi, babam revire çıkıyor! Sonunda bir yıla yakındır görmediğim babamın kucağına oturacağım.Bıyıksız hali tuhafıma gidiyor önce, babamın da alt çenesi baya çıkıkmış diyorum içimden. Zayıflıktan böyle görünüyor olabileceği hiç de aklıma gelmiyor. Üstüme de ilk kez amcamın düğününde giydiğim kat kat fırfırlı elbisemi giymişim. Elbisenin minik mavi çiçeklerinin aksine; basık, karanlık, havasız bir arabadayız. Bir elimle fırfırların ucundaki danteli oynuyorum, araba sarsıldıkça soğuk kelepçeye değiyor diğer elim. Yine de mutluyum, çünkü kucaktayım. Sonrası boşluk.

O günler büyük yaralar bıraktı hepimizde. Sebepsiz yere suçlananların kimisi yurtdışına kaçtı gitti. Kaçmaya değil kalıp sonuna kadar mücadele etmeye inananlar, kaçacak bir yeri olmayanlarla birlikte hapislerde çürütüldü. Dayanıksız bünyelerin çoğu ya sakat kaldı ya yaşamını yitirdi. Kocası hapiste olduğu için intihar eden kadınlar tanıdım ve onların anasız babasız çocuklarını gördüm. Küçük bir kızdım… Kimse benim ağzımdan babamın nerde olduğunu duymadı, Burdur’da öğretmendi, gelemiyordu eve, o kadar. İşine son verildiği için, sabahlara kadar el işi yapan, maalesef et alamadığı zamanlarda kemik -bildiğin kemik- alıp et suyuna yaptığı çorba ile bizi sağlıklı beslemeye çalışan annem, o zaman 32 yaşında ve sadece 42 kiloydu.

Çok sonraları, her şey normale döndü gibi görünürken bile, bizim evde bir yerlere vurarak ‘trim trak’ diye ritmik sesler çıkartılmaz ya da parmaklar şıkırdatılmaz, otururken dizleri sallamak gibi ritmik ve tekrar eden hareketler yapılmazdı. Her aileye özel bazı sessiz anlaşmalar vardır. Aslında hiçbir zaman o konuda açıkça konuşup, karar alınmamıştır da karşındakinin gözündeki acıyı ve öfkeyi görünce hep birlikte bazı davranışlardan vazgeçersin. Bizimki de öyle bir sessizlik ortaklığı idi işte. Şimdilerde düşündüğümde babamızın yirmili yaşlarda olmamasının en büyük şansımız olduğunu kavrıyorum. Yirmili yaşlarda olmak demek, çürütülmen ya da yok edilmen demekti çünkü. Daha fazla dayak, daha fazla işkence demekti.

Yıllar sonra bir terapist “Çocukluğunuzdan aklınıza gelen ilk şey nedir” diye sorduğunda, “Aklıma gelen ilk şey mavi elbisemin çiçekleri ve kelepçe” dedim. “Babamın kucağına oturmuşum, üstümde fırfırlı elbisem var, bir elimle fırfırların ucundaki danteli oynuyorum. Araba sarsıldıkça soğuk bir kelepçeye değiyor öbür elim…” Aslında ona, küçükken Serap Ablamla oynarken birden havuza düştüğümden ve boğulmaktan son anda kurtulduğumu annemlerden nasıl gizlemeye çalıştığımızdan bahsetmek istediğim halde, ağzımdan neden bu sözlerin dökülüverdiğini bilemiyorum.

Yıllar geçtikçe anlıyorum, derin yaraların onları yok sayarak iyileştirilemediğini ve insanın sadece onlarla birlikte yaşamayı baş etmeyi öğrendiğini.

Şimdilerde parklara gittiğimde çocukların gözlerinde; o günkü aklıyla en güzel elbisesini giyerek babası endişelenmesin diye mutlu olduğunu kanıtlamaya çalışan minik kızı arıyorum…

Yanına gidebilsem şimdi…

Yanağını hafifçe okşayıp “Yüzünü dökme küçük kız, her şey onların suçu” diyebilsem…

Omzumdan bir yük daha kalksa…

* Altı yaşımdan aklımda kaldığı kadarıyla yazıldığı için bazı ayrıntılarda hatalar olabilir. Ama olay ve yaralarım tamamiyle hakikidir.

Temmuz 2017- Ocak 2023, Londra

Ben, Osman Akman amcanın kızı Özge (şimdi neredeler acaba?), canım abim Özgü ve Mamak’a yollanmak için stüdyoda çekilen zoraki “gülmeli” foto…

“Babam revire çıkıyor!” üzerine bir yorum

  1. İçim titredi okurken Özlem, yüreğine sağlık. O minik kız çocuğu nasıl göğüslemiş her şeyi, büyüyünce de böyle naif anlatabilmiş her şeyi. Çok güçlü bir kızmış demek.

Yorum yapın