Arabul Kuaför

Son karton kutuyu da sıkıca bantladı ve üstüne keçeli kalemle kocaman ‘Dikkat kırılacak eşya!’ yazdı. Yatmadan su almak için mutfağa girdi, ortalığa şöyle bir göz attı. Dolap kapaklarından birkaçı menteşelerinden aşağı sarkmıştı. Bir türlü ayar tutmayan storun ipi, pencere koluna bağlanmıştı. Musluk uzun zamandır sızdırıyordu. Evin her bir köşesinden görmezden gelinmesi imkansız bir boş vermişlik fışkırıyordu. Nazan “Bunların hepsi birer işaret” diye geçirdi içinden. “Git artık, sen terk etmezsen parça parça ben seni terk edeceğim diyor bu ev bana.” Oysa evler sadece içinde yaşayanların iç dünyasını ele verir. Nazan da çoktandır farkındaydı bunun. İçerinin havasını holün patlamış lambasından ziyade, onun iç sıkıntısı ve tükenmişliği karartıyordu.

Gece boyunca yağmur yağdı. Rüzgar estikçe balkondaki çöp torbaları hışırdadı, yerinden kurtulmuş bir anten kablosu cama çarptı durdu. Sesler siniri bozsa da yataktan çıkmaya üşendi. Nasılsa evdeki son gecesiydi bu, uyumayıverse ne fark ederdi ki. Havanın yeterince aydınlandığına karar verdiğinde kalktı, yağmurun ardında bıraktığı taze havayı içine çekmek için pencereyi açtı. Aynı anda sokakta bir arabanın motor sesi duyuldu, yan dairenin iki defa susturulmuş alarmı üçüncü kez ertelenmek üzere çaldı. Arabul kuaförün eski tip kepengi gürültüyle açıldı. Saat 06.30’du.

Yüksek sesle karşıdaki tabelayı okudu Nazan: “Ara-bul Kuaför”. Hoşuna giderdi bu isim, zira burası aramayanın sahiden de bulamayacağı bir dükkandı. Kişiliksiz bir apartmanın, giriş katında, gözden uzakça bir köşedeydi. Yağmur borusunun dibinde kendiliğinden yeşeren sarmaşık, kollarını uzatıp arsızca giriş kapısını sarmıştı. Cam kapının köşesindeki çatlak daha fazla ilerlemesin diye, bir köşesinden paket bantıyla tutturulmuştu. Kapının iç yüzüne, sineği, böceği ve meraklı bakışları engellemek maksadıyla sallantılı bir boncuk perde asılmıştı. Vitrini kaplayan yarı saydam cam filminden sarı meçli saçlı, kabarık kakülüyle genç bir kadın gülümsüyordu sokağa doğru. Solgun ve eski moda şeylerin gelişigüzel bir araya geldiği bu dükkanda zaman doksanların ortasında bir yerde donup kalmış gibiydi.

Sabahın köründe yola çıkıp daha gözünün biri uykudayken dükkanı açan Ali, çoktan temizliğe başlamıştı. Akşam çıkarken aceleyle oraya buraya atılmış havluları katladı, çamaşır askılarını düzeltti. Dükkânın önüne ayağı dengesiz bir masa ile turuncusu güneşte solmuş iki plastik sandalye çıkarttı. Masanın bir ayağına katladığı karton parçasını sokuşturdu, olmadı. Diğer ayağı için yerden bir kibrit kutusu bulup ezdi. Masayı iyice sabitlediğinden emin olup kafasını kaldırdığı sırada karşı penceredeki Nazan’ı seçer gibi oldu. Bu saatte niye uyandı acaba diye geçirdi içinden.
Nazan genellikle dokuza doğru evden çıkar, arada bir de bozulan ojelerini yeniletmek için onlara uğrardı. Geçenlerde otuzuncu yaş günü olduğunu söylediğinde, hediye niyetine bedavadan bir de fön çekmişti ona Ali. Yalnız kulağıyla işitmese, yaşına asla inanmazdı, yirmi beşinde ha var, ha yok derdi. Nazan herkese karşı mesafesini korur, genellikle kafası çok yoğun olduğundan kimseyle iki üç cümleden fazla konuşmazdı. Yine de sesindeki incelik ve o kısacık süren konuşması ile bile karşısındakini önemli hissettirmesi Ali’nin hoşuna giderdi. “Kendisi minicik bir kadın ama gözleri…Gözleri kocaman” diye düşündü. Hafif bir rüzgar esti o sırada, bahar havasına aldanıp ince çıkmıştı evden Ali, birden içi ürperdi. “Beni ancak sıcak bir çay kurtarır” diyerek ocağa çay koymaya gitti.

O sırada rüzgarla havalanan tül perde, hafifçe Nazan’ın yüzüne değdi. Bulutlar aralanmış, karşı duvarda dut ağacının gölgesi oynaşmaya başlamıştı. “İnsan uzun süre aynı yerde vakit geçirince, odalarına güneş ışığının hangi mevsimde, saat kaçta, hangi açıyla vuracağını iyi biliyor. Oturduğu mahallenin kokusunu, seslerini öğreniyor.” diye düşündü. Misal buralar semt pazarının kurulduğu gün dışında genellikle tenha olurdu. Nazan köşe başındaki parkta gün boyu uyuklayan köpek çetesini, meyvesi çabucak çürüyen erik ağaçlarını, günde iki üç pantolon paçası dışında hiç iş yapmayan terziyi tanırdı. Kuaför Ali’yi tanırdı.

Bir dahaki esinti onu kendine getirdi, pencereyi kapattı. Fazladan çıkacak bir işe daha tahammülü kalmadığı için perdeleri burada bırakacak olmasına sevinerek tülü çekti. Buraya yerleşmek aylarını almıştı ama iş toparlanmaya gelince, ayağına dolanan kimse de olmayınca, bir haftada bitirmişti her şeyi. Paketleri son kez kontrol etti, sigortaları indirdi, bir yerlere tıkıştırmaya kıyamadığı üç-dört plağı çantasına özenle koydu. Çıkmak üzere ceketini giyerken, salonun duvarında unuttuğunu o zamana kadar fark etmediği siyah beyaz fotoğrafını gördü. Birden kendisiyle göz göze geldi ve gördüğü kadınla arasında derin bir yabancılık hissetti.

Galata’da arkadaşının ajansından çıkıp, meydandaki kafede iki dakika soluklandığı sırada çekilmişti bu fotoğraf. Nazan, oturduğu yerden, fotoğrafçısına gülümsüyordu. Adam, yüzüne o an vuran ışığı çok beğendiğini, “Galata’da ışıklı yüzler” isimli son projesinde kullanmak üzere fotoğrafını çekmek istediğini söylediğinde, hiç tereddüt etmeden olur demişti Nazan. Ayrıca adamın kendinden emin, eğitimli hali ve kaliteli giyim kuşamı da hoşuna gitmişti. Ayaküstü sohbet ettikleri kısa zaman diliminde, ona işinden bahsettiğini ve ofisinin adını verdiğini bile unutacak kadar önemsememişti bu olayı.

Birkaç gün sonra, fotoğrafını çerçevelenmiş ve arkasına bir not iliştirilmiş halde kapısında bulunca şaşırdı Nazan. Bu merak uyandırıcı ve ince hareket sadece şaşırttmadı, etkiledi de onu. Karttaki telefon numarasını arayıp teşekkür etmeyle başlayan ilişki, sık sık dışarı çıkmalara, evde buluşmalara, sabahlara kadar süren konuşmalara, sevişmelere evrildi. Cihangir’deki çinko damlı evde buluşurken, hep aynı şiir dönerdi kafasında Nazan’ın. Belki de sırf bu yüzden kaptırdı kendini ona kolayca.

‘Yağmurlu günlerde seviş benimle / Kuşlar çinko damı gagalarken / Tenimin kokusunu değiştiren yağmurlarda’

Hızlı başlayan coşkulu iliskileri aynı hızla inise gecti ve sonunda büyük bir hayal kırıklığına dönüştü. Dışarıya son derece tutkulu, cazibeli, başarılı görüntü veren fotoğrafçı sevgili, Nazan’ın ona sağladığı konforun uyuşukluğuna çabucak bırakıverdi kendini. Günden güne daha bencil, tembel, sorumsuz birine dönüştü. Nazan dönüşümünü üç yıldır hayretle, bir yıldır da bıkkınlıkla izlediği bu adamı, nihayet geçen hafta tek celsede hayatından çıkarttı.

Nazan, aklından saniyeler içinde geçen düşüncelerden kurtulup, fotoğrafı özensiz bir hareketle duvardan indirdi. Çerçeveyi kolunun altına sıkıştırdı. Kapıyı çekip, evden çıktı.
Dışarda her şey kendi ritmindeydi. İşe gidenlerin telaşlı koşuşturmasını, sokağa yayılan kızarmış ekmek kokusunun tembellik vaadi dengeliyordu. Arabul ilk müşterisini karşılamaya çoktan hazırlanmıştı. Nazan, elleri doluyken çöpün ağır kapağını açamayacağını anladı. Kapıda sigarasını içen Ali’yi görüp ondan kibarca yardım istedi. Mavi çöp poşetlerini ardından da kolunun altındaki çerçeveyi çöpe attı ve caddeye doğru hızla uzaklaştı.

O sırada Ali’nin sigarasını bitmiş, izmariti ayağıyla iyice ezip içeri geçmişti. Kendine bir çay daha doldurdu. Nazan’ın uzaklaştığından iyice emin olana kadar aynanın önüne oyalandı. Sonra gitti, çöpten çerçeveyi çıkarttı, eliyle üstünkörü sildi kıyısını köşesini. Fısıltıyla “Kendisi minicik bir kadın ama gözleri… Gözleri kocaman” diye tekrarladı. Dükkana döndü, fotoğrafı bir güzel temizleyip kasanın tam karşısındaki duvara astı.

Eylül 2019, İstanbul/ Haziran 2022, Londra 


Yorum yapın