I.
“Bana az vermeyi öğretmemişler ki. “Yok” kavramını iyi bilirim de, varken vermemek hiç anlatılmadı. Sevmemeyi (hatta nefret etmeyi) anladığımda epey küçüktüm, ama az sevmeyi bilmem, bilemem. Çocukluğuma dair en erken hatırlayabildiğim hikaye, çok sevdiğim minik bir arı üzerinedir mesela.
Ufacıktım, camdan bir arı girmişti, ben onu çok sevmiştim, daha da çok sevebilmek için arıyı yakalamaya karar verdim, avucumun içine alıp onu sevgiyle sıkıştırmaya başladım, ben arıyı avucumda sıktıkça o beni soktu, arı beni soktukça ben avucumda onu daha da çok sıktım. Sonuç: Arım çok geçmeden aşırı doz sevgiden öldü, ben bir süreliğine elimi kullanamaz hale geldim.
Neyse ki en azından öldürmeden sevmeyi öğrenecek kadar büyüdüm. Ara ara avuçlarımın sızısından ağlayacak gibi olsam da evde kurulan sofralara dolapta-elde-evde var olanın tümünü masaya koymak, içten gelen şarkıyı, içten geldiği anda ve içten geldiği şekliyle ortalıkta sesli sesli mırıldanmak, akşamları eve dönüp günü olanca ayrıntısıyla ama mutlaka bir solukta anlatmak, yeni olana-bilgiye-bilgeye sonsuz heyecan ve merak duymak gibi, vazgeçilmez bir alışkanlık benim için “çok sevmek”. Az’ın çok olamadığı tek şey…” dedi kadın. Gülünce ortaya çıkan çizgilerini gizlemek için elini sağ yanağına götürürken…
bir gece, İstanbul