
“… I love a window.The whole of life already framed, right there!” Maudie
Bu yazıyı yıllar sonra kavuştuğum “pencere önü” yazı masamdan yazıyorum. Her gün burada çalışıyor, maillerimi yanıtlıyor, defterime notlar alıyorum. İşin aslı, pencerenin önüne yerleştirdiğimiz, yıllardır hayalini kurduğum 1950’lerden kalma bir yazı masası değil, rahat oturmayı olanaksız kılan ayak tasarımı ve yuvarlak formu ile çalışmaya pek de uygun olmayan büyükçe bir yemek masası. Bu haliyle bile bana hem çalışma, hem de oturduğum yerden gökyüzünün kararsız ruh halini, kapımın önündeki ağacın mevsimlik değişimini ya da öylece uzaklara dalıp kafamın içindeki karmaşayı izleme olanağını verdiği için masamdan son derece memnunum.
Beynimin içi, kendimi bildim bileli, küçüklüğümüzde yanındaki kolu çekmek suretiyle “klik” diye değiştirerek içinde Almanya temalı slaytları izlediğimiz View-Master oyuncakları gibi, birbiriyle pek de alakası olmayan ve sürekli değişen meseleler ve görüntülerle dolu. Bu sıralar masaya oturduğumda, karşıdaki evin yanar döner yılbaşı ışıkları direkt gözüme giriyor ve ışıkların düzenli aralıklarla göz kırpışları beynimde düşünceler arası geçişi sağlayan sanal çekme kollarına dönüşüyor. İşler güçler “klik”, biricik olma yanılgısı “klik”, çayın şefkatlı hali “klik”, bu çocuk nasıl adam olacak “klik”, sokağın sesi “klik”, dinlemenin incelikleri “klik”, ağaçların insana öğrettikleri “klik”, pencereler “klik”.
Kafamdaki slayt makinesi, tak diye, Londra’da neredeyse her mahallede karşımıza çıkan tuğla örülerek kapatılmış bir pencere görüntüsünde duruyor. Bu pencereleri ilk gördüğümüzde, ben aklımdaki türlü kurmacayı anlatırken, daha açıkçası kafadan atmak suretiyle hikayeler uydururken, Ömer hemen kısacık bir araştırma yapmıştı ve bu sayede İngiltere’de 18.-19. yüzyıllarda altıdan daha fazla pencereye sahip olan evlerden alınan vergi sebebiyle, fazla penceresi olan evlerin pencerelerinin bir kısmının zamanla tuğlalar ile kapatıldığını öğrenmiştik. Pencere vergisi vesilesiyle aklıma düşen pencereleri, mimari bir öğe olarak da ne kadar çok sevdiğim geçiyor içimden, en sonunda da kendimi seçtiği renge, beslediği hayvana ya da süper kahramanlarına göre insanları kategorize eden kişilik testlerine, neden “Pencere mi seversiniz kapı mı?” sorusunu eklemediklerini düşünürken buluyorum.

Pencereleri mi seversiniz, kapıları mı?
Ben pencereleri severim. Sebeplerinden biri, yaşam enerjimin neredeyse tamamını gün ışığından alıyor olmam olabilir. Işığını benimsemediğim mekanlarda yaşayamam, kaldığım yerlerde evin sesini, kokusunu içime sindirmeden önce ışığa yönelirim. Sadece aydınlık mekanları değil insanların da ışığıyla girdiği yeri aydınlatanını severim. Benim için içlerinde kendi gökyüzünü taşıyan insanlar ve içerilere alabildiğine gökyüzü dolduran kocaman pencereler biriciktir.
Diğer her şeyin yanında, pencereler benim gözlem evlerim. Her pencerenin, kendi öz biçimi ile çerçeveleyip bana sunduğu dünya manzarasını seyretmek ve başka başka açılardan bakıp belleğime işlemek bana iyi gelir. İçerden bakarken dıştaki muazzam dünyayı, dışardan evlerin içine bakarken ise o kocaman dünyayı insanların kendine göre nasıl şekillendirdiğini gözlerim.
Gün ışığı, karşı evin yansıması, soğuk ya da sıcak hava, yeterince ve izin verdiğin kadar girer pencereden içeri; bir kere açılınca kimin gireceğini pek kontrol edemediğin kapıların pervasız, kontrolsüz halinin aksine. Kapatılan kapının içinde ya da dışında kalmak keskinliği de hiç kimseye tam kapatmayıp fayda sağlamayı umduğun açık kapı orta halciliği de itici gelir bana. Hem içerde hem dışarda olma haliyle pencereler sınırsızlığı çağrıştırır, biri kapanınca hemen yenisi açılan kapılar ise riyakarlığı hatırlatır.
Bu aralar ben, vergiden kaçtığımdan değil belki de dışarıdaki pencerelerin bakımı daha zor olduğundan, içime doğru yeni yeni pencereler açıyorum: daha fazla ne kadar zorlayabilirim kendimi, ne yöne ve daha çok gelişebilirim, daha nasıl iyileşirim ve iyileştirebilirim…Sonra aslında dünyanın kendisinin de her insanın kısacık yaşamı süresince bakıp geçtiği bir pencere olduğu aklıma düşüveriyor.
Camdan belime kadar sarkıp “Pencere, en iyisi pencere/ Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa/ Dört duvarı göreceğine”* diye bağırasım geliyor.
Dilimden anlamayan sokağa pencerenin ardından bakmaya ve içimden şarkılar söylemeye devam ediyorum.
* Şiir, Orhan Veli
fırtınalı bir kış akşamı, Londra
