Ölüm Varsa Bu Dünyada Zulüm Var

-içimden geçenlerin kısa özeti, devamı gelecek-

Gazetelerin hala okunur olduğu ve Pazar kahvaltılarında keyif çayının yanında olanca tembelliğiyle yerini aldığı yıllarda, en çok dikkatimi vererek okuduğum bölüm, ölüm ilanlarıydı. İlanları okurken, o insanların nasıl bir hayat yaşamış olduklarını tahmin etmeye çalışır, öyküler kurardım kafamda. Hepsi bitince, sıra bana gelir, başka başka kişilerin, kurumların ve tanıdıkların ağzından kendi ölüm ilanımı yazardım. O zaman kafamda kurduklarımı bir yerlere not etmediğim için şimdilerde pişmanım. Geçende bu eksende bir öykü yazmak aklıma düştü, araştırırken gördüm ki artık gazete ya da belediyelerin sayfalarından online ilanlar yayınlanır olmuş. Çoğu soğuk  birer ad-soyad ve yer bilgisinden ibaret…

Kötü adamların neredeyse her gün gencecik çocukları katledip ölümü giderek normalleştirdiği bu coğrafyaya rağmen, ben uzun süredir ölüm fikrine alışmaya çalışıyorum. Olmuyor. Geçen hafta, hiç yazamasa en azından her doğum günümde “Sen hep mutlu ol Özlemim” diye mesaj atan eski dostum Hikomu kaybettiğimden beri, yaşamda her şeyin geçici ve dolayısı ile her çabanın da gereksiz olduğu düşüncesi zihnimde içinden çıkılamaz bir hal aldı. Yaşamımda belki de ilk kez sevdiklerimi kaybetme kaygısının yanında ölümlü halimin çaresizliği ile de baş etmeye çabalıyorum.

-Benden geriye kalanlara ne olacak peki? Eşyalar tamam da duştan çıkıverdiğinde burna çarpan sabun kokusu, isli çayın dilini yakan ilk yudumu, sarhoş kahkahalar, gülmekten çizgi olmuş gözler, yanağına değen soğuk kırmızı burun, film izlerken akan bir damla gözyaşının tuzlu tadı, bedenin koltukta bıraktığı iz, sağ yanaktaki gamzenin hikayesi…nereye gidecek? Bunca yazmalar, okumalar, bilmeler, bilememe sancıları ne olacak?-

İnsanın kendi ardından verilen ölüm ilanlarını okuyamaması, kendi cenaze törenine katılamaması ne büyük haksızlık! Bunları yapabilsek belki de yüzleşmek daha kolay olacak ölüm ile, ölümlülüğümüz ile. En az ilanlar kadar kafamı meşgul eden diğer şeyi, kendi cenaze törenimi düşündüğümde, arka sıralarda fazlaca alıngan olduğumdan dem vuranları, hala Ekmeleddin’e oy vermediğim için söylenenleri, inançsızlığıma vahh’layanları, şiir sevmemi ya da hemen ağlayıvermemi ti’ye alanları duyar gibi oluyorum. Hepsinden öte hikayenin sonuna gelindiğinde arkamdan sadece “İyi kalpliydi” dedirtebilmeyi umut ediyorum. “İyi insandı be!”

Yazanın notu : Artık hiçbiriniz benden önce gitmeyin lütfen! Söz mü?

evimizin ilk sonbaharı, akşam, İstanbul

Fark Ettim ki

Birkaç ay önce Ataköy sahilinden geçerken, fark ettim ki sahildeki tüm boşluklar beton bloklarla dolmuş. Taşındıktan sonra geçen bir buçuk yıllık sürede belli ki canhıraş bir yağmaya – cep doldurma işine girişilmiş ve  epey de hızlıca yol alınmış. Bulduğumuz her “boş”luğu doldurma güdümüz, boşluk doldurmacalı eğitim sistemimizden mi? Daha çok içimizdeki boşluklarla baş etmeyi, onları doldurmayı ya da onlarla yaşamayı bir türlü beceremediğimizden sanıyorum. Kenti – kentleri de düzenlemekten çok tıkıştırma fonksiyonu verdiğimiz dolaplarımıza döndürdük, her yer tıkış tıkış beton.

Ardından sürekli caddede yolunu arayan kirpiler görmeye başlayınca fark ettim ki artık bizden olmayanı yerinden yurdundan ediyoruz. Batı’da isek Doğu’yu, yetişkin isek çocukları, Sünni isek tüm diğerlerini… Doğayı, denizi, hayvanları yok ediyoruz. Kaybettiğimiz şey üç beş ağaç, birkaç kuş, birkaç boş alan, bir avuç gök parçası değil, fark ettim ki biz her gün küçük küçük evrenleri katlediyoruz.

Geçen ay eski ama tıkır tıkır işlemekte olan boyası dökük Budapeşte apartmanlarında eskimenin bozulmaya eş olmadığını gördüm. Fark ettim ki tıpkı boşluklar gibi eski’ye de tahammülümüz yok bizim.  Belli ki hatıradan da hafızadan da pek haz etmiyoruz, belleği olan kişilerden, mekanlardan, kentlerden hoşlanmıyoruz. Aramızda kaç kişi annesinin büyüdüğü evi torunlarına ve hatta çocuğuna gösterebilecek? Eskiyi yıkıp yenisini yapıyoruz, hafif rengi kaçanı atıp yenisini alıyoruz, şekeri biten sevgilileri yenisi ile değiştiriveriyoruz.

Her hafta çamaşır suyu ile evlerimizi köşe bucak sildiriyoruz sonra.  Gıcır gıcır, hijyenik, olabildiğince parlak ve ruhsuz evlerimizden Mon Ocle‘daki sterilizasyon laboratuarını andıran mutfağa selam çakıyoruz. Bizim olanın temizliği ile bu kadar meşgulken, tüm tozu pisliği camdan sokağa ya da alt katıtakinin başından aşağı silkeleyiveriyoruz. Arabamızda iştahla sigara püfürdetiyoruz da kötü kokulu izmaritlerine tahammülümüz yok, onları kaldırıma fırlatıyoruz. Fark ettim ki, sürekli oda kokuları sıkıyoruz etrafımızı saran kesif bok kokularına, tesisatı kırıp kökten tamir etmektense. Hep birlikte lağım çukuruna battıkça daha ağır parfümler sürüyoruz oramıza buramıza. İyice çekilmez oluyoruz.

Fark ettim ki, kafama takılanları paylaşırken baştan beri “biz” öznesini kullanıyorum. Oysa zaten hiçbir vakit tam olarak ait hissedemediğim toplulukların çok zamandır iyice uzağında duruyorum. Çoğunluk kokusu alıyorum ve “Biz” lerden koşarak uzaklaşıyorumArtık sizi “Siz” yapıyorum.

Ufacık adalar oluşturmaya girişiyorum sonra çevremde… En yakınlarımın bile yıllar var ki okumamış, yazmamış, kendinden başka kimseyi dinlememiş olduğunu algılıyorum. Sen ki hanidir parmak uçlarınla dokunduğun dudaklarını ezberden çizebilecek kadar sevmemişsin kimseyi, sarılmamış, kaçamak öpücükler vermemiş, kimsenin tenini koklamamışsın, benim sesimdeki rüzgarı mı duyacaksın?  “Olsun en azından aşk hep var” derken çokları için aşkın ancak kavuşulamayanla var olabildiğini fark ediyorum. İçimde bir delik açılıyor.

Fark ettim ki ben içimdeki boşlukları da dışardaki boşluklar kadar seviyorum. Birden tek ihtiyacımın Joan Miro gibi bir kaçış merdiveni bulmak olduğunu hissediyorum. Sessiz sedasız yıldızlara kaçış merdivenimin inşasına başlıyorum. İçimde bir yerlerde…

ılık bir bahar gecesi, evimiz, İstanbul 

The Beautiful Bird Revealing the Unknown to a Pair of Lovers 1941 Ressam Joan Miro

Sayıklamalar-I

 

Radyodan hiç şarkı tutmamış kendine ya da aşık olduğu kadınla ortak şarkısı olmamış insanlar var bu dünyada. Yağmura şemsiyesiz çıkmamış, ağzını açıp yağan karları yutmaya çalışmamış, mezun olduktan sonra neredeyse hiçbir eğitim almamış, mesleği ile ilgili bir etkinliğe katılmamış, hani uyduruk birkaç seminere dahi gitmemiş ve hatta doğru dürüst kitap bile okumamış insanlar var. Hiç aşk mektubu yazmamış. Aşık olmamış aslına bakarsanız matematik en çok orada çalışmış. Bir gün kafa tatili verip iş yerine karısıyla sabah uzun uzun sevişmeyi seçmemiş. İçip içip kimseye mesaj atmamış. Bach ile Mozart’ı ayırt edemez ama liseden beri takip etiği rock grubunun konserini tabi ki -Lounge’da viskisini yudumlayarak- izler.

Vatan, millet, Sakarya var ama gözünün önünde bir halk soykırıma uğrarken çıt yok. En iyi bildiği sınır Misak-ı Milli, onun da yok olduğundan haberi yok…

 sıradan bir İstanbul akşamı, Şubat sayıklaması

Fasulyeler

Antalya’nın semt pazarları meşhurdur ve bu pazarlarda her şey oldukça taze ve ucuzdur. Neredeyse her gün farklı bir semtte kurulan semt pazarlarının en zor yanı, dolaşırken, pazar arabalarından ve teyzelerin arabalardan kalan yeri iyice dolduran koca popolarından kurtulabilmektir. Bu pazar arabaları, ergonominin ruhuna fatiha okutan fonksiyonsuzluğu ve sevimsizlik abidesi, kaba saba tasarımı sayesinde, bu güne kadar gördüğüm en manasız şey olabilir. Arabalar ve teyzeler sebebiyle pazara gidiş- geliş, tezgahlar arasında oyalanma süresi gibi stratejik kararları evde alıp plan yapmanız faydalı olacaktır.

Ortalama bir Türk emeklisi çiftin her hafta en az bir kez deneyimleyeceği pazar alışverişlerinde konuşulacak başlıklar; hangi domatesin hormonsuz olduğu, dondurucuya konmak için yüklü kiloda alınacak barbunya fasulyenin ucuzlayıp ucuzlamadığı, geçen hafta köy yumurtası diye getirdiği lakin içi yeterince sarı olmayan yumurtalar nedeniyle yumurtacıya atılacak fırça olarak sıralanabilir. Etkinlik programı ise aşağı yukarı : Açılış ( ki pazar arabasını açış da denebilir), pazar alanına giriş, pazarlık ve fırça, pazar yerinden ayrılış…şeklindedir.

Bundan 10-12 yıl kadar önce, bizim mahallenin pazarının kurulduğu bir gün, uzun bir iş seyahati ve dört saatlik araba yolculuğunun sonunda, Ege ile eve dönüyordum. Asansöre bizimle birlikte pazardan dönen bir çift de bindi ve sohbetlerine kaldıkları yerden devam ettiler. Konu tabi ki fasulyelerdi. Onlar indikten sonra arkalarından sırıttım ve Ege’ye dönüp ‘Asla 40 yıl boyunca aynı adamla, hep aynı fasulyelerden bahseden bir kadın olmayacağım’ dedim. Küçücük çocuk, annemin saçma cümleleri başlığı altında kategorize ettiği ve artık olağan bulduğu sayıklamalardan bir yenisi karşısında, olgun bir kabulleniş ile gülümsedi. Bir elimde Ege’nin eli ve oyuncak robotu, diğer elimde onun kıyafetleri ve çantası ve ödevleri için istenen renkli kartonlar ve bavulum ve bir somun ekmek ve telefonum ve cüzdanım olduğu halde, asansörü burnumla iteleyerek açtım. Her zamanki gibi çantada uzunca aradıktan sonra bulabildiğim ev anahtarını çevirirken tekrar; ‘ Hayat bazı insanlar için fasulyelerin kılçıklarını düşünecek kadar basit ‘ dedim. ‘ Ay ne zayıflık, ne dertsizlik! ‘

Geçen yaz, bir pazartesi akşamüstü Göztepe pazarını geziyordum. Tek tük rastladığım pazar arabaları, şimdi biraz olsun değişmiş, çağa uyum sağlamış. Birden aklıma o geçmiş akşamüstleri geldi. Yaklaşık 20 yıldır elimin, kolumun, omzumun ve kafamın içinin; çantalar, kartonlar, kıyafetler, oyuncaklar, işte yazılan raporlar ve onun evde çekilen stresi, kira kontratları, fatura çıktıları, doktor kapıları, sınav sonuçları, maaş bordroları, yürek çırpıntıları, hayal kırıkları… ile dolu – yüklü olduğunu fark ettim ve bugüne kadar o kılçıklı fasulyeler dışında her şeyi dert ettiğimi…O an şiddetle; akşam yemeğinde, şarap eşliğinde, makarna sosu için aldığımız domatesin pazardaki en iyi domates olduğu üstüne uzun uzun tartışmayı arzuladığımı hissettim.

Ege’ye ‘Artık fasulyelerden daha çok bahsetmeyi istiyorum’ demek için döndüm, birden yalnız olduğumu hatırladım. Bir de hem onun hem benim artık yeterince büyüdüğümüzü…

 

kalin-telli-pazar-arabasi-48-25-B

bir kış akşamüstü, İstanbul 

Yaşamak, Biriktirmek, Paylaşmak

Sanırım hayata geliş amacım biriktirmek. Çocukluğumda peçete, pul, sakız kağıdı ile başlayan, konser, sinema, uçak biletlerine evrilen “biriktiricilik” hikayem, artık anı biriktirmek çizgisinde sürüyor. Yaşamda her türlü ilişkinin, biriktirmek üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum. Yaptığımız işler, kurduğumuz dostluklar, sevgilimizle ilişkimiz. Her biri için, elimizde, beynimizde, kalbimizde taşıdığımız görünmez karaflarımız var. Yaşadığımız her ‘an’ı biriktire biriktire dolduruyoruz ‘anı’ kaplarımızı.

Hayatım boyunca kendimi – herhangi bir kişiye, bir eve, bir mahalleye, bir ülkeye ve toptan bu dünyaya- ait hissedemedim. Sanırım biriktiriciliğimin nedenlerinden biri aidiyet duygusu geliştirme çabası. Ne kadar yararlı oldu bilemem. Hala neden bu kadar anı toplama meraklısı olduğumun net ya da bir tek cevabı yok.

Bir insan neden biriktirir? Hangi insanlar – anlar – anılar bir kutuda, bir karafta yıllarca saklanma mertebesine ulaşabilir? Hangileri gözünü bile kırpmadan bir ayakkabı kutusunda çöpe atılmaya mahkum? Üst üste, yan yana, pek çok şişe, pek çok kutu mu; daha az, daha geniş kaplarda, daha kıvamlı kavlar mı biriktirmeli ? Bazı cevaplar çok can yakıcı olduğu için mi yalnızca kendi kendine sorulur mesela? Belki de bu sorular için yağmur fazla güzel yağıyor ve ben  çok fazla hüzünlüyüm.

Biriktirmeler ve ardından kendime ve aslında çevremde gördüğüm biriktiricilere ama yine kendime sorduğum sorular sürüp gidecek belli ki. Ancak bu arada ben artık raflarımı da düzenledim. Eskimiş, gereksiz, bir yerlere kaldırılmış klasörlerden de geri dönüşüm kutusunu tamamen boşalt komutuyla kurtulalı çok oldu. İçine bu vakte kadar biriktirdiklerimi de boca ettiğim kocaman bir fıçıyı, elimi avucunda sıkı sıkıya tutan ‘o’ elle birlikte çokça doldurmak niyetindeyim şimdi. Çakıl taşlarından, kuru yaprakların kokusundan, göğe bakma durağındaki maviliğe, omzumda uyuklanan bir sanat filmi biletinden, arkadaşlarımızla içtiğimiz leziz şarap etiketlerine biriktirecek de epey malzeme var önümde.

Son söz, herkese dolup taşan karaflar ve soluklanıp sakinleyebileceği hatta benim gibi gönüllü olarak ıssızlığından vazgeçtiği – ve belki de ilk kez oralı hissettiği – 0,0096 m2 bir alan dilerim. (ki siz ona sevdiceğin kalbi  diyorsunuz ve yumruğu büyüklüğünde olduğuna inanıyorsunuz)

 

Rüya, bütün çektiğimiz.
Rüya kahrım, rüya zindan.
Nasıl da yılları buldu,
Bir mısra boyu maceram…
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret,
İki parça can.

Ahmed Arif

* şiir sadece içimden geldi

                                                                            yağmurlu bir akşam, İstanbul 

 

Delirmeyeceğim

Çocukluğum ve hatta tüm yaşantım, belirli aralıklarla tekrar edilen, “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan şu günler” klişesi ile geçti. İlginçtir ki, ülkecek bu kelime öbeğini her duyduğumuzda ya başımıza kötü, çok daha da kötü şeyler geldi ya da o ihtiyaç duyulan beraberlikten bir misli daha uzaklaştık. Yine bu lafların havada uçuştuğu ve yine kötü, karanlık, ağır günlerden geçiyoruz. Hepimiz için gün sonunda başımıza gelebilecek en iyi şey, ölmemek ya da aklımızı kaybetmemek. İşte tam da bu nedenle,  “kafalarımızı bir hafta bir dolaba da koyamayacağımıza” göre bir nefes alma listesi çıkartmak lazım.

‘Aklımızı yitirmemeye en çok ihtiyaç duyulan şu günler’de Yapılacaklar Listesi:

  • Her gün en az bir iyi haber okuyun, okutun, paylaşın. Uzaklarda açılmış bir köy kütüphanesi, yeni doğmuş bir panda, yeni keşfedilmiş bir bitki mesela. Yeter ki umut verici olsun.
  • Doğayı izleyin, doğaya kulak verin, doğaya dokunun. Denize karşı oturun. Kuşlara çekirdek atın. Kargalar ve güvercinler bir aradayken yapın bunu ve kargaların güvercinlerden daha zeki olduğunu gözlemleyin mesela. ( Biz yaptık, oradan biliyorum)  Bir ağaç bulup sarılın ya da onla nefes alıp verin ya da saksıda  domates, biber, çiçek, böcek işte.
  • Dinlemek için yeni bir grup keşfedin, bir yönetmenin takipçisi olun, kitap – dergi karıştırın, olmadı bi’ şiir okuyun. Yani ‘sanat içre’ olun. Arada bir sahaflara gidip, tanımadığınız insanların siyah beyaz fotoğraflarına bakın amaçsızca. Fotoğraftaki gözlerden duygularını tahmin etmece oynayın içinizden.
  • Gülümseyin. En zoru bu ama, en azından günaydın derken gülümseyin. İnadına gülümseyin.
  •  Uzak ülkelere gidin. Gitmiyorsanız da gidiyormuş gibi hayal kurun. Hayali tatillerinizi en ince detayına kadar planlayın, takviminizde dursun.
  • Yanınızdaki eli daha sıkı kavrayın.  Çünkü ,sıkıca kavranmış ellerimiz,en büyük silahımız, bizden almaya çalıştıkları her şeye karşı. Sarıldığınızda  kemiklerini kıracak gibi sarılın, öptükleriniz nefessiz kalsın. Bir de çok sevin e mi? Sevgiliniz, çocuğunuz, köpeğiniz, o her kimse, çok sevin.
  • En önemlisi; sevdiklerinize mukayyet olun. Yanı başımızdaki nefes, en tatlı can yeleğimiz belki, duyduğumuz  ‘hişt hişt ‘ en büyük güzellik.

‘Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.

Hişt hişt!

Hişt hişt!’

Sait Faik

bir otel odası, Astana