Cumbasının penceresine bir saksı lavanta koyduğum o şirin ev

“Nefes almak gibi bir şey çünkü yola çıkmak. Kendinin olduğu, kendinin biçimlendiği yerden çıkıp yeni biçimlere doğru seyre geçmek. Muhtemelen gidemeyenler, gitmeyenler, gidenlere bakarak kalanlardır “Nereye gidersen git kendini götürürsün” sözünü tekrar edenler. Kavafis’in “Başka bir şehir yok” diyen şiirini yineleyenler muhtemelen başka bir şehir bulmaya o ya da bu biçimde imkanı olmayanlardır. Oysa hiçbir ben yolda erimeyecek, yoldan etkilenmeyecek, yolla birlikte değişmeyecek kadar taştan değildir. Hiçbir ben, yoldan daha güçlü değildir oysa… Her şehir bir diğerine benzemeyen bir eğimle gösterir “ben”i. İç ve dışbükey aynalara sahiptir şehirler ve yollar. Her biri başka bir açıyla bükülmüş olarak… Yansıtılan sen, artık sen değilsindir. İşte bu yüzden sen aslında yola çıktığında kendini yanında götürmeyeceksindir. Yeni bükük aynalarda kendinin başka görüntüleriyle karşılaşacağın için aslında hiç kendine rastgelmeyeceksindir.Başka şehirler bulabilecek olmanın nedeni de budur. Kendin olmadığın için artık, kendinin başka biçimleriyle birlikte yolda olduğun ve kendinin başka gözleriyle bakabildiğin için dünyaya, başka şehirler de görmek mümkün aslında.”

17 Ekim 2004 – Ece Temelkuran – Milliyet

Az önce, Polonya doğumlu, Amerika’da yaşayan Yahudi Mimar Daniel Libeskind’in bizim mahallede yaptığı üniversite binasının tam karşısındaki Kore restoranına gittik ve birkaç İtalyan, İngiliz ve Koreli ile birlikte yemek yedik. O sırada sokaktan Senegalli bir çift geçiyordu. Durup “Londra işte tam da bu” dedik birbirimize. “Her şey şu anda içinde bulunduğumuz bu resimde, koca yaşamın bu kısacık anında”

Londra’ya taşınalı bugün tam bir yıl oldu. Yanımızda iki valiz, aklımızda Kavafis’e inat yeni bir ülke bulma inancı vardı ve o gün, şu anki serinliğin tersine, Londra’da son 43 yılın en sıcak yaz günü yaşanıyordu.

Sıcaktan bunala bunala, arada molalar vere vere, Clapton’daki geçici evimize kendimizi zor attığımız o ilk günden bu yana tuttuğum, ilk sayfasına uçuş detaylarımızı kaydettiğim, içine de özellikle unutmamak için bazı prosedürleri, gittiğimiz yerleri ve kısa kısa kişisel duygu durumlarımı not aldığım Londra defterimi karıştırdım biraz bugün. Yediğimi-içtiğimi değil de bana ne zaman, nelerin, nasıl dokunduğunu anlamanın ve anlatmanın peşinde olduğumdan hep, deftere yazdıklarımın bazılarını buraya da kopyaladım.

  • Bu kaldığımız ev çok güzel, mahalle merkeze biraz uzak ama çok sakin.
  • Sırtım için aldığım Lyrica yüzünden hep, leyla gibiyim.
  • Güzel bir gün.
  • Duygu’lar geldi ve arkadaşlarımı görmek beni mutlu etti.
  • Parklar ne güzel!
  • Yeni bir adım atmak çok güzel. Korkular, tedirginlikler, keşkeler de her an ortaya çıkıverecek biçimde içinde seninle geziyor.
  • Londra çok uluslu, çok ilginç, çok farklı.
  • Ne zamandır buradayız, yoksa hiç oralarda yaşamamış mıydık?
  • Halı kaplı evlerden ve ev sahiplerinin sorularından baygınlık geçireceğim sanırım.
  • “Bu dünyaya düşmüş iyi insanlarız, bir şekilde birbirimize tutunmaya çalışıyoruz.”
  • Bu akşam biraz değiştiğimi, kendimi kaybettiğimi fark ettim. Değişiyoruz sürekli, ama ne yöne bilemiyorum.
  • Londra’da herkes yaşamını ev dışında kurgulamış, evler ufak, bakımsız ve dağınık.
  • Bugün Witherington Road’daki o şirin evi tuttuğumuzu ve cumbanın denizliğine bir saksı lavanta koyduğumu hayal ediyorum.
  • Günlerdir çalışamadım. Üretmeyince, çalışmayınca, öğrenmeyince kendimi çok kötü hissediyorum.
  • Çok mutluyum ama “ya bir aksilik çıkarsa” hissiyle çok sevinemiyorum. Hayat belki de insanı böyle büyütüyor, sakinleştiriyor. Coşkularını, sevinçlerini bir öpücük ve sarılmaya sığdırmayı öğretiyor.
  • Yaz bize hep güzellikler getiriyor ve eminin getirmeye devam edecek.
  • İlk kez taşındığım gün bir komşum yorulduğumu düşünüp kahveye davet ediyor. Tatlı Lena.
  • Uzaklara gidip eve dönmek ne güzel. Uzaklara gidip kendine dönmek ne güzel.
  • Geniş boşluklar, uçsuz bucaksız yeşillikler bana nasıl iyi geliyor, anlatamam.
  • Yeni bitkiler, yeni kuşlar, yeni hayatlar keşfediyoruz.
  • Sevgi diyorum ne güçlü duygu. Kendinden pek çok çeşit sevgiler doğuruyor, çeşitlendiriyor, büyüyor, gelişiyor. Birkaç yıl önce kediden korkarken, şimdi durup durup Püskül’ü özlüyorum. Ne güçlü duygu, sevgi.
  • Evimiz güzel.
  • Ara ara derin bir hüzne ve ümitsizliğe kapılıyorum. Ama hiç vazgeçmeden denemeye devam ediyorum. Konforu ve kolaylığı değil çalışmayı-çabalamayı seçmekten gizliden bir gurur duyuyorum sanırım.
  • Londra’da hava durumu tahmini yapmak mümkün değil.
  • Çok faklı zamanlardan geçiyorum, pek çok değişiklik, iniş-çıkış, zorluk-kolaylık…Uzun uzun yazılabilecek duygular.
  • Güneşi özledim.
  • Emel geldi, mutlu oldum.
  • Bir şey öğrenmeden geçirdiğim tek bir an bile bana kayıpmış gibi geliyor.
  • Birkaç gündür insanın en çok kendi dilinde hüzünlenebildiğini düşünüyorum. Bir de evin önündeki cherry blossom’ın ne kadar güzel olduğunu.

Notlarımda bolca sevinç, bolca heyecan, bolca karmaşa ve azıcık da hüzün var. (Herkesin bir defosu var, ya görünürde ya derinlerde. Benim defom da hep içimde taşıdığım o ince hüzün sanırım)

Burada geçen bir yıl içinde çok mutlu oldum, çok sevildim, çok sevdim, çok şaşırdım, çok heyecanlandım, çok güldüm, çokça endişelendim, arada bir ağladım… Durdum, dinledim, en çok da öğrendim.

İki insanın ortak umut ve cesareti birleşince, hiçbir şeyin onlara sınır koyamayacağını öğrendim. Koca bir meslek hayatının, koca bir geçmişin, koca bir ismin sıfırlandığı yepyeniye gittiğin yerlerde, en önemli dayanağının başucundaki sevgilin olduğunu öğrendim. Yazmak istediğim kadar çok yazamadım, ama daha da fazlasını yazabilmek için çok okudum, çok gözledim, çok biriktirdim. Bir yandan da insanın en güzel kendi dilinde yazabildiğini, anadilinde hüzünlenip ağladığını öğrendim. Henüz kaygılarımın üstesinden gelmeyi beceremesem de kaygılanmanın bazı şeylerin olmasını engelleyemeyeceğini öğrendim. Oğlum sosyal medya üzerinden tehditler aldığında da, ardindan bunun tetiklediği sağlık problemleri yaşadığında da yanında değildim. Onun pek çok şeyin üstesinden kendi başına gelebileceğini biliyordum, şimdi bunu yaşayarak öğrendim. Benim yetişemediğim her yerde, annemin, babamın, abim ve ablamın ellerinin, gözlerinin hep onun üstünde olmasının bizi ne kadar şanslı kıldığını bir kez daha hatırladım. Sonunda en çok yapmak istediğim şeyi (yazmak) ve birlikte vakit geçirmekten en çok mutlu olduğum şeyi (çocuklar) bir araya getirebileceğim bir dünya keşfettim burda ve ikisi ile ilgili hayallerime de daha sıkı sarılmayı öğrendim. Biraz da burada karşılaştığım Türkler sayesinde (sağ olsunlar), insanların artık senin gerçekten ne kadar doğru ve güçlü olduğunla değil, ne kadar “ünlü” olduğunla ilgilendiğini öğrenmiş oldum. Şimdilik fırlatıldığımız bu yerde, tesadüfen çarpıştığımız anlarda, rastgele mekanları paylaşıyoruz insanlarla. Belki aralarından birkaçıyla bu anlardan anılar çıkartmayı, dostluklar kurmayı da öğreniriz bir ara. “İnsanlar sadece kendisine bir şey verenlerle ilişki kuruyor artık, belki de bunu doğal karşılamak lazım” dedi bir gün Ömer bana. “Zaman vermek, ilgi vermek, dinlemeye açık bir yürek vermek ne zamandan beri iş-para-yeme-içmeden daha değersiz bir “verme” haline geldi ki?” dedim ona. Böylece, bu dünyada fikir ayrılığına düşebildiğimiz ilk ve tek konu da burada gösterdi kendini bize. Uzun uzun konuşup ikimiz birden yeni yeni şeyler keşfettik, hem dışımızdaki insanlardan, hem kendi en içlerimizden.

Ben buralara sakinliği, ikirciksizliği, kendimle ve herkesle barışma halini aramaya geldim. Ne oralıydım, ne de buralı olmaya niyetim var. Buraya, köklerimi küçümsemeden, onun iyi yanlarından güç almaya ve bu güçle gövdemi, başımı, dallarımı ta uzaklara, tüm dünyaya uzatmaya geldim.

…ve bu bir senede hep yepyeni şeyler öğrendim.

Londra’dan, onun ağaçlarından, kuşlarından, çocuklarından, sessizliğinden.

Buradaki kendimden.

Buradaki ikimizden.

penceredeki yeni çiçeklere bakarken, Londra

Sekiz

1. Gün

Sevgili Oktay,

Sabah seni fark ettiğimde çok mutlu oldum. Yeni evimizin ilk konuğu olduğun için ve kendine en sevdiğim manzaralı pencereyi seçtiğin için daha da mutlu oldum.

Gün boyunca, pencere önü yerleşmeciliğin yanında pek çok benzer özelliğimiz olduğunu düşündüm. İkimiz de olduğumuz yerden hep daha ileriye, yükseğe gitmek istiyoruz, gözümüze kestirdiğimizde de o dala cesurca atlayıveriyoruz.  Sen rüzgarın akımında uçmayı seviyorsun, ben kalbimin ve zamanın akışında. Hep daha uzak yerlere fırlatıyoruz kendimizi. İkimiz de gitmek konusunda iyiyiz, yeni evler bulmak, yerleşmek… Düştüğümüzde bizi ‘hoop’ diye geri çekiverecek ağlarımız var, benim ağlarım çok sevdiklerimden ve her seferinde beni düze daha güçlü çıkaran karakterimden, seninkisi ipekten. Ama ikisi de çok güçlü. Gözlerimizin uzak görüşü zayıf olsa da, onlardan daha çok şeyi görebilen bir kabuk var ikimizde de; hislerimiz. Benim yeşil biberi yalnızca patlıcan yemeğinin yanında bir de kahvaltıda beyaz peynirle yemem gibi, sen de seçicisin yemek konusunda. Sevme biçimlerimiz farklı da olsa, benim gibi sen de kuşları çok seviyorsun…

Akşam çayı için yaptığım kekten bırakıyorum sana, yersin belki. Yeni bir şeyler denemek hoşuna gider.

2. Gün

Bugün senin renklerinle şalımın renginin aynı olduğunu fark ettim. Sarı şalım, en sevdiğim şalım. Sarı kalemlik, sarı çizgili kazağım ve sarı koltuk da. Ama bana en sevmediğin renk deseler, hiç düşünmeden sarı diye cevap veririm. Sarı renk üstüne uzunca konuşulabilecek bir konu benim için, bir şeyleri ve birilerini sevmek meselesi de.

İnsanlar seni neden pek sevmiyor, anlamıyorum Oktay.

Onları korkuttuğun için olabilir.

Senden çekindikleri için olabilir.

Belki hakkında hiçbir şey bilmedikleri içindir.

İnsanlar seni sevse de sevmese de hiçbir şey olmamışçasına kendi dünyanı yaratmaya devam ediyorsun ya! Senin bu halini çok kıskanıyorum. Laf aramızda, ben senin gibi olmayı bir türlü başaramıyorum sevgili Oktoş. Sevmeyi ve insanlar tarafından sevilmeyi hala çok önemsiyorum. Biliyorum bu sevilme mevzusunu çözmek için biraz küçüklüğe dönmek, birkaç seans terapi almak filan gerekir. Ama madem bugün evde senle yalnızız, neden sana anlatmayayım ki bunları. Üstelik üşenmedim ‘insanlara en çok neden kırılıyorum ?’ diye bir liste bile yaptım defterime:

  • Samimiyetsiz ama daha önemlisi nezaketsiz olanlara, ikiyüzlülere, tanıştığı anda insanları ‘işe yarar’ ve ‘işe yaramaz’ diye kategorize edenlere
  • Dinlemekten çok konuşan hem de yüksek sesle konuşanlara, kurduğu on cümlenin sekiz buçuğuna ‘ben’ diye başlayanlara, gereksiz hırslılara
  • Kendini altın sananlara, altın gibi satanlara, hırçınlara
  • İnceliklere kaba bir alaycılıkla yaklaşanlara

Sonra başa döndüm ve kırılıyorum kelimesinin üstünü çizip yerine kızıyorum yazdım, ‘İnsanlara en çok neden kızıyorum?’ Kırgınlık ve kızgınlık çemberi, oluştuğu andan itibaren büyüyüp duran ve gün geçtikçe duvarlarını daha da kalınlaştıran dipsiz bir kuyu gibi. İçine düşmekten hep kaçındığım. Bugünlerde bir tanesinin tam içine düştüğüm. Daha fazla duvarlar kalınlaşmasın diye kendi kendimi tırnaklarımla kazıyıp durduğum…

Neyse ki sen de iki gündür burdasın ve ben sana bakıp bakıp onlara kızacak kadar insanları önemsememeyi öğreniyorum.

3. Gün

Adını sevgilimin koymasına izin verdim. O da sekiz ayaktan yola çıkarak sana Oktay adını verdi. Oysa ben senin bir kadın olduğunu hissediyorum ve sana ‘Islington düşesi Arakne’ diye seslenmeyi tercih ediyorum.

Bugün senin hakkında biraz araştırma yapınca, benzerliklerimizden çok farklılıklarımız olduğunu öğrendim. En başta ben çiftleştikten sonra eşimi yemiyorum! İnsanları korkutmaktan çok sevindirmeyi severim, avlanmak için değil hep birlikte yiyip içmek için toplarım eşi dostu yanı başıma. Ben daha çok ipek böcekleri gibi örüyorum kozamı, içe ve kendine dönük, senin işin gücün mükemmel bir ağla dışa açılmak. Ben de senin gibi hoplar, zıplarım gerekirse Athena’ya bile kafa tutarım ama kimseyi zehirleyemem (Bazen aklımdan geçirsem de).

Ayrıca sadece iki gözüm var ve senden daha tüysüz olduğum da kesin.

Hem sen insan bile değilsin ki…

4. Gün

Sevgili Oktay,

Bugün uyandığımda tüm gece yağan fırtınalı sağanak yağmurdan sonra, senden geriye sadece iki parçası pencereye tutunabilmiş yırtık pırtık bir ağ ve en son yediğin arının ağlara yapışıp kalmış kuru kabuğundan başka bir şey kalmadığını gördüm. Sevgilimle arkandan bakıp üzüldük, bir damlacık da gözyaşı dökmüş olabiliriz.

Ben senin fırtınayı duyar duymaz pılını pırtını toplayıp, uzun bir ağ atarak kuytulara, yeni bir yeri ev edinmeye gittiğine inanmayı seçtim. O yüzden artık üzülmüyorum.

Kim kendini örümceğe benzetmekten hoşlanır ki? Ben hoşlandım.

İnsanlar hep kendine benzeyenlerle bir arada olmak ister, benzerlerinden zevk alır.  Oysa ki en çok farklılıklardan öğrenir insan, bizden farklı olanlar bizi geliştirir, ilerletir. Yaşam değişimdir.

Hoşçakal, evimizin ilk misafiri. Senle vakit geçirmekten çok zevk aldım.

Önümüzdeki baharda yine gel.

 

günler yavasca uzarken, Londra

Fotograf: Omer Kanıpak

*örümcekler hakkında

 

En iyisi pencere

Wind from the Sea-Andrew Wyeth

“… I love a window.The whole of life already framed, right there!” Maudie

Bu yazıyı yıllar sonra kavuştuğum “pencere önü” yazı masamdan yazıyorum. Her gün burada çalışıyor, maillerimi yanıtlıyor, defterime notlar alıyorum. İşin aslı, pencerenin önüne yerleştirdiğimiz, yıllardır hayalini kurduğum 1950’lerden kalma bir yazı masası değil, rahat oturmayı olanaksız kılan ayak tasarımı ve yuvarlak formu ile çalışmaya pek de uygun olmayan büyükçe bir yemek masası. Bu haliyle bile bana hem çalışma, hem de oturduğum yerden gökyüzünün kararsız ruh halini, kapımın önündeki ağacın mevsimlik değişimini ya da öylece uzaklara dalıp kafamın içindeki karmaşayı izleme olanağını verdiği için masamdan son derece memnunum.

Beynimin içi, kendimi bildim bileli, küçüklüğümüzde yanındaki kolu çekmek suretiyle “klik” diye değiştirerek içinde Almanya temalı slaytları izlediğimiz View-Master oyuncakları gibi, birbiriyle pek de alakası olmayan ve sürekli değişen meseleler ve görüntülerle dolu. Bu sıralar masaya oturduğumda, karşıdaki evin yanar döner yılbaşı ışıkları direkt gözüme giriyor ve ışıkların düzenli aralıklarla göz kırpışları beynimde düşünceler arası geçişi sağlayan sanal çekme kollarına dönüşüyor. İşler güçler “klik”, biricik olma yanılgısı “klik”, çayın şefkatlı hali “klik”, bu çocuk nasıl adam olacak “klik”, sokağın sesi “klik”, dinlemenin incelikleri “klik”, ağaçların insana öğrettikleri “klik”, pencereler “klik”. 

Kafamdaki slayt makinesi, tak diye, Londra’da neredeyse her mahallede karşımıza çıkan tuğla örülerek kapatılmış bir pencere görüntüsünde duruyor. Bu pencereleri ilk gördüğümüzde, ben aklımdaki türlü kurmacayı anlatırken, daha açıkçası kafadan atmak suretiyle hikayeler uydururken, Ömer hemen kısacık bir araştırma yapmıştı ve bu sayede İngiltere’de 18.-19. yüzyıllarda altıdan daha fazla pencereye sahip olan evlerden alınan vergi sebebiyle, fazla penceresi olan evlerin pencerelerinin bir kısmının zamanla tuğlalar ile kapatıldığını öğrenmiştik. Pencere vergisi vesilesiyle aklıma düşen pencereleri, mimari bir öğe olarak da ne kadar çok sevdiğim geçiyor içimden, en sonunda da kendimi seçtiği renge, beslediği hayvana ya da süper kahramanlarına göre insanları kategorize eden kişilik testlerine, neden “Pencere mi seversiniz kapı mı?” sorusunu eklemediklerini düşünürken buluyorum.

Sunlight on the Floor-Hammershøi

Pencereleri mi seversiniz, kapıları mı?

Ben pencereleri severim. Sebeplerinden biri, yaşam enerjimin neredeyse tamamını gün ışığından alıyor olmam olabilir. Işığını benimsemediğim mekanlarda yaşayamam, kaldığım yerlerde evin sesini, kokusunu içime sindirmeden önce ışığa yönelirim. Sadece aydınlık mekanları değil insanların da ışığıyla girdiği yeri aydınlatanını severim. Benim için içlerinde kendi gökyüzünü taşıyan insanlar ve içerilere alabildiğine gökyüzü dolduran kocaman pencereler biriciktir.

Diğer her şeyin yanında, pencereler benim gözlem evlerim. Her pencerenin, kendi öz biçimi ile çerçeveleyip bana sunduğu dünya manzarasını seyretmek ve başka başka açılardan bakıp belleğime işlemek bana iyi gelir. İçerden bakarken dıştaki muazzam dünyayı, dışardan evlerin içine bakarken ise o kocaman dünyayı insanların kendine göre nasıl şekillendirdiğini gözlerim. 

Gün ışığı, karşı evin yansıması, soğuk ya da sıcak hava, yeterince ve izin verdiğin kadar girer pencereden içeri; bir kere açılınca kimin gireceğini pek kontrol edemediğin kapıların pervasız, kontrolsüz halinin aksine. Kapatılan kapının içinde ya da dışında kalmak keskinliği de hiç kimseye tam kapatmayıp fayda sağlamayı umduğun açık kapı orta halciliği de itici gelir bana. Hem içerde hem dışarda olma haliyle pencereler sınırsızlığı çağrıştırır, biri kapanınca hemen yenisi açılan kapılar ise riyakarlığı hatırlatır.

Bu aralar ben, vergiden kaçtığımdan değil belki de dışarıdaki pencerelerin bakımı daha zor olduğundan, içime doğru yeni yeni pencereler açıyorum: daha fazla ne kadar zorlayabilirim kendimi, ne yöne ve daha çok gelişebilirim, daha nasıl iyileşirim ve iyileştirebilirim…Sonra aslında dünyanın kendisinin de her insanın kısacık yaşamı süresince bakıp geçtiği bir pencere olduğu aklıma düşüveriyor.

Camdan belime kadar sarkıp  “Pencere, en iyisi pencere/ Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa/ Dört duvarı göreceğine”* diye bağırasım geliyor.

Dilimden anlamayan sokağa pencerenin ardından bakmaya ve içimden şarkılar söylemeye devam ediyorum.

* Şiir, Orhan Veli

fırtınalı bir kış akşamı, Londra

Foto:Ömer Kanıpak

Alışmak

Saclarimin dalgasına alisiyorum burada, musluktan akan suyu icmeye, her gün postacının getirdiği zarfa, çöp günü Çarşambalara, köşeyi dönünce karşıma çıkan uçsuz bucaksız yeşile. Sabahları kuş sesi duyduğumda, en çok Kadıköy’deki kuşlar aklıma geliyor. Onca insana, toz toprağa, gürültüye pabuç bırakmadan, boyun eğmeden ille de öten kuşlara, bir de büyüyüp büyüyüp tam göğe ulaşacakken uzanıp da karşı çınarla kol kola olmayı seçme zevkini ellerinden aldığımız çınarlara üzülüyorum.

Bazı coğrafyalarda hayvanlar ve bitkiler daha özgür.

Alışıyorum.

güz, Londra 

Félix Vallotton-The Ball

Bugün Aklımdan Geçenler

İnsanları neden boyu, saç rengi, kilosu ile tasvir ediyoruz, bir başkasına tanıtırken neden sadece onun mesleğinden, mevkinden bahsediyoruz?

Mesela “Koca çınarların gölgesinde ama kendi başına yetişmiş bir kestane ağacı gibidir” ya da “En ufak rüzgârda çiçeklerini döküveren kırılgan erik ağacıdır” desek.

“Sessiz ve incecik bir çisenti bırakan gri dev bir yağmur bulutudur, konuştukça yağış da sağanağa döner” desek.

Ya da; “İlk söylenen Merhaba gibidir, sonrasında ne ile karşılaşacağını bilmesen de meraklı bir umut barındırır”

Neden yeni doğmuş bebeğin, annesine mi babasına mı benzediği meşgul eder günlerimizi, o her şeyden çok bir lavanta tarlasına, ilk sabahta ormana düşmüş bir çiğ tanesine, Bach Air’in ilk notasına benzerken.

Bir insan diğerine “Zeytin gözlüm” der de, “Zeytin Ağacım” diye neden sevemez? O zeytin ki, meyvesi, yağı, yaprağı yetmedi gövdesi, her yanından bereket fışkıran yüz yıllık mucize.

***
Eğer dünyaya birkaç kez daha gelme şansım olsaydı, önce bulut sonra da günebakan olmak isterdim.

Bundandır ki beni hiç anlatamazsan, Günebakandı diye anlat tanımayanlara. Ya da en azından ılık bir yaz ikindisi meltemi…

bir türlü gelmeyen bahar, İstanbul 

Farm garden with sunflowers by Gustav Klimt

Gece ve Salon Dolabı Hayvanlarının Düşündürdükleri

Bu fotoğrafları, geçende dolabı toplarken çektim. Sol baştaki at Işıl’a hediye gidecekti bir yılbaşında, poşeti düşürdüm, arka ayağı kırıldı. İnek, tek boynuzu ile barışık, son dönemin modası “kusurları sevmek ” akımının baş temsilcisi gibi havalı dursa da, özensiz bir konuk elini çarptı, onun da iki ayağı kırık. Attan ödünç aldığı ayağı kullanıyor. Koyun sağlam…Ama o da koyun zaten. Yani, tek başınayken kusurları alenen görülse de yan yana iken bize oldukça sevimli gelen hayvancıklar bunlar.

Bence bu yaşlarda pek çoğumuz şu oyuncaklar gibiyiz artık. Sebepleri çeşitli de olsa hepimizin halihazırda birer kırığı, en azından birkaç yara beresi var. Hepsinin oldukça farkında, onlarla oldukça barışık ve saklamaksızın yaşamayı öğrendik. Benzerlerimizle biraz daha gruplaştık. Farkında olmasak da bir aradayken kimimiz bir diğerinin yarasına iyi geliyoruz, kimimiz başka kırıklardan kendimizdekine destek alıyoruz. Birbirini anlamak, biraz da birbirini tamir edebilmek demek.

Ya da, bir arada durmanın (çabalamanın-savaşmanın-paylaşmanın) yarattığı illüzyon, yıpratıcı kişisel kusursuzluk yolculuğundaki yol üstü dinlenme durakları, belki de.


yeni evde bahar gelirken, gece, Istanbul

Yeni Bir Yıla Hazırlanırken

Büyüdük mü neden bilmem ama sevinçle yenisini beklediğimiz yıl sonları, bende bir süredir yerini “şu yıl bir an önce bitse” duygusuna bıraktı. 2016 yılı da beklediğimden daha sıkı bir performansla yaşadığımız en ağır yıl olarak “bitse de gitsek” yılları arasına yerleşti. Yıl biterken, benim gibi her geceyi, o gün olanlardan başlayıp haftayı, ayı, yılı ve en sonunda tüm hayatını gözden geçirerek bitirenler bile, farkında olmadan yılın muhasebesini yapmaya başladı.

Benim bu yılı düşünürken aklıma, görüntüsünü ekrandan izlemeye bile dayanamadığım tırtıllar geldi. O tiksindiğim tüylü yaratıkların nasıl da zarif kelebekçiklere dönüştüğünü ve o kelebekleri de ne kadar çok sevdiğimi düşündüm. O nedenle bu yılın kapanışını “kötü”lerle yapmak istedim.

Öncelikle, hayatımıza girenler, biraz kalanlar. Ardından çıkanlar. Bizi üzenler, üzdüklerimiz. Bazı adamlar ve bilhassa bazı kadınlar… Sonra “İş yapmaktan hiç yorulmadım, insanlarla uğraşmaktan yoruldum” klişesini bana da söylettiren “üst düzey” kötülerle dolu ve “çoğunlukla benim haklı olduğum ama hep sizin kazandığınız” iş hayatı… Ardından her grubun bir alt grubu, o alt grubun da başka birkaç alt grupları olduğu oysa ki ortalıkta sadece “çok güzel çıkan burju”ların dolaştığı sosyal medya. Herkesin herkesi herkesle mutlaka bir yerlerde çekiştirdiği ve yine de herkesle çok iyi geçindiği sanal alem, belki de gerçek hayatın ta kendisi… Son olarak, iyice çirkinleşmiş ve gayet doğal olarak yalnız kalmış ülkem. Yıllarca vermek zorunda kaldığım mücadeleleri geçtim, bizi her sabah birbirimizden ayrılırken, bu belki de son görüşmemizdir kaygısı ile birbirimize sıkı sıkı sarılmaya alıştıran cehennem…

Hepinize çok teşekkürler. Nesli tükenmekte olan biz dürüstgiller familyasına haddimizi iyi bildirdiniz. Bir yandan bizi bu kadar yaralarken, bir yandan daha doğru düzgün plan yapmayı bilmeyen bizim gibilere, B ve hatta C planı yapmayı öğrettiniz.

Velhasıl; olmasaydınız keşke ya, oldunuz. Belki de; siz olmasaydınız biz de bu kadar şimdiki biz olmayacaktık. Gerçekten sağ olun “canımslar!”

Kötü haber! Size rağmen biz, 2017’de de minicik iyilikleri aramaya, onlara odaklanmaya ve onlara tutunmaya devam edeceğiz. Dışarıdan bakınca, gözlerini kısmış, oraya buraya koşuşturan, gözlüksüz ama ileri derece miyopi ahmaklar gibi görünsek de içinde olduğumuz dipsiz karanlıktan çıkmayı başarana kadar aranmaya devam…

Jan Sluijters: Bar Tabarin
Jan Sluijters: Bar Tabarin

Görünmeyeni Seçenler ya da Dönüşü Muhteşem Olacaklara

Tek başına “hikayenin” varlığı bile kahramanı güzelleştirmeye yeter bi’ şeyken, kendi yazdığınız hikayede yahut başkalarının hikayelerinde baş kahraman olmak çok güzel. Sosyal medya sağ olsun, neredeyse her gün başka bir kahramanlık duyar olduk; burayı fethetmeler, oradan başarı ile dönmeler, şurada çok sevilmeler. Bir de görünmez kahramanlar var oysa, zaman zaman, kendi rızasıyla ya da zorunda kalarak görünürlüğü bırakanlar. Edilgin ya da çekilmiş değil de görünmez olmayı seçenler. Onların anlattıklarında, suratınıza suratınıza vurmadığı için hiç de dikkatinizi çekmeyen naif ayrıntılar var çünkü. Örneğin çoğunun cümlesi ben yerine biz diye başlıyor, dokunuşu biri baş kahraman olmak üzere en az iki kişiyi etkiliyor.

Beklerken

Eski bir arkadaşım ‘yaratıcılık için öncelikle tok bir karin gerek’ derdi. Yasam boyu açlık sınırında-fakirlik içinde kıvranan buyuk sanatçıları düşününce, önermesinin pek doğru olduğu söylenemez. Ama yine de kendi lügatında ‘tok karnın’ rahat bir kafaya karşılık geldiğini varsayarak, söyleminde ufak bir haklılık payı olduğunu kabul edebiliriz sanırım. Neyse ki yaratıcılık hakkında çok daha derin ve doyurucu metinler var ve okuduklarım arasında benim en çok ilgimi çeken ve en çok inandığım ‘yaratıcı karşılaşma’ meselesi üzerine yazılanlar. (Yaratıcı karşılaşma, örneğin defterinize not aldığınız paragrafları allayıp pullayıp yazılarınıza yedirerek yazarcılık oynamaktan çok daha fazlası tabi :)) Neyse…

Tümünden bağımsız olarak, bana göre yaratma-üretme isteğinin özünde biraz da inanmak yatıyor; kendine, bir ideale, dünyaya, değişime ve senden çıkanla kendini ve dokunabildiğin üç beş kisiyi değiştirebileceğine inanmak…Güzel günler görmeyi umut etmek, sevdiğin ama seni bir türlü yeterince sevmeyen kadının gözüne girmeye çalışmak, en önemlisi ölümün koyduğu sınırı, yine ürettiğinin ölümsüzlüğü ile sınırsızlandırma çabası…İşte bundandır, bu aralar pek çok cümleyi yazıp yazıp silmem ya da metinleri taslak olarak bir yerlere kaydetmem. İnancın ve umudun soluk yüzünü tekrar göstermesini beklediğimden…

Az

I.

“Bana az vermeyi öğretmemişler ki. “Yok” kavramını iyi bilirim de, varken vermemek hiç anlatılmadı. Sevmemeyi (hatta nefret etmeyi) anladığımda epey küçüktüm, ama az sevmeyi bilmem, bilemem. Çocukluğuma dair en erken hatırlayabildiğim hikaye, çok sevdiğim minik bir arı üzerinedir mesela.

Ufacıktım, camdan bir arı girmişti, ben onu çok sevmiştim, daha da çok sevebilmek için arıyı yakalamaya karar verdim, avucumun içine alıp onu sevgiyle sıkıştırmaya başladım, ben arıyı avucumda sıktıkça o beni soktu, arı beni soktukça ben avucumda onu daha da çok sıktım. Sonuç: Arım çok geçmeden aşırı doz sevgiden öldü, ben bir süreliğine elimi kullanamaz hale geldim.

Neyse ki en azından öldürmeden sevmeyi öğrenecek kadar büyüdüm. Ara ara avuçlarımın sızısından ağlayacak gibi olsam da evde kurulan sofralara dolapta-elde-evde var olanın tümünü masaya koymak, içten gelen şarkıyı, içten geldiği anda ve içten geldiği şekliyle ortalıkta sesli sesli mırıldanmak, akşamları eve dönüp günü olanca ayrıntısıyla ama mutlaka bir solukta anlatmak, yeni olana-bilgiye-bilgeye sonsuz heyecan ve merak duymak gibi, vazgeçilmez bir alışkanlık benim için “çok sevmek”. Az’ın çok olamadığı tek şey…” dedi kadın. Gülünce ortaya çıkan çizgilerini gizlemek için elini sağ yanağına götürürken…

bir gece, İstanbul